Leyla Karaca’nın Hatice Eğilmez Kaya’yla gerçekleştirdiği söyleşi
Leyla Karaca: Değerli yazar Hatice Eğilmez Kaya, edebiyat öğretmenisiniz, alanınızda doktora yapıyorsunuz ve şimdiye dek yayınlanmış 7 kitabınız var. Roza Çocuk’ta editörsünüz. Kuşbaz Tahir Efendi (öykü), Naneli Şeker (Deneme), İnceciktir Kırılmak (Şiir), Pervanenin Duası (Deneme), Gölgeye Sığınanlar (Öykü) ve iki de çocuk kitabınız var, Mira’nın Düşleri ve Kırlangıç Tata’nın Seyir Defteri… Bildiğim kadarıyla siz de Cemil Meriç’in deyimiyle, ‘tefekkürün hür kaleleri’ dergilerde başladınız yazmaya, yani mutfağa girdiniz. Nasıl oldu, bu süreçle birlikte biraz kendinizden bahseder misiniz?
Hatice Eğilmez Kaya:Biri bana “kimsin” ya da “nesin” diye sorsa genellikle en eski filozoflara denk nutkum tutulur. Yine de“Roza Çocuk’ta editör. Şiir, deneme, öykü yazar. Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni…” demekten mutlu oluyorum.
Aslında henüz yayımlanmamış, Roza Yayınevi’nde yayın sırasını bekleyen bir ilahi kitabım var: Sonsuzda Kanmak. Bu eserimden söz etmemin nedeni şu ki edebiyat dünyasına ucundan kıyısından dâhil olmamın sebebi bu kitapta yer alan ilahilerimdir. Ortaokul sıralarımdan beri şiir yazıyorum. Şiir yazmak her ne kadar beni korkutsa ve çocukça heyecanlandırsa da -yoksa panikletmek mi deseydim- halim bu. Bir edebiyat öğretmeninin şiir hatta ilahi yazması olağan dışı değil. Edebiyata ve şiire bu kadar yaklaşıp da ona dokunma arzusu hissetmek oldukça doğal bir tepki. Fakat yazdığım ilahileri aynı zamanda bestelemiş olmam bir parça ilginç olabilir. Dini tasavvufi Türk halk şiirine örnek gösterilebilecek olan şiirlerimde sufi geleneğe dair detaylar hem belirgin hem de bir hayli derin. Sufilerin dünya üzerindeki duruşları, katıksız hümanizmleri, durulardan da duru Allah sevgileri beni her zaman etkilemiştir. Abartısız söylemeliyim ki bu konuda bade içmiş ozanların izini sürmüşlüğüm var.
Besteli halde kalbimin bir köşesinde duran; yolda yürürken, uykuya geçerken bile terennüm ettiğim ilahilerimi değerlendirmek amacıyla çeşitli dergilerle iletişime geçtim. Böylelikle hayatımın seyri değişti. Sadece hayatımın seyri değil; düpedüz dünyayı algılamam, sanata ve şiire bakışım tamamen kabuk değiştirdi. Örneğin önceleri şiirin en çok esin işi olduğunu zannederken bugün şiirin en çok emekle yoğrulduğunu düşünüyorum. Yazdığım her dizeyi şeksiz şüphesiz şiir kabul ederken şimdilerde böylesine iddialı bir fikre kapılamıyorum. Yazarken herkesten önce ben kendimi sigaya çekiyorum vs. Sahi bir de şiirin dışındaki edebi türlerde yazmaya dergiler aracılığı ile başladım. Deneme, öykü, edebi eser incelemelerim oluştu zaman içinde.
Bendeki adını andığım tüm değişiklikler dergilerden geçerken bir yandan da haddeden geçmiş olmamla doğrudan ilişkili. Kısacası bence dergiler hür düşüncede kale oldukları gibi okul görevi de üstleniyorlar. Bana soracak olursanız edebiyatta hızlı değil fakat sağlam ilerlemek isteyen her kalem dergi rahlelerinde az ya da çok dirsek çürütmeli.
Ülkemizde her türlü zorluğa rağmen dergi yayımlayan ve bu konuda emek harcayan herkese sayısız selam olsun.
L.K.:Sözü ehline söyler bir haliniz var, naif, derinden, duru ve telaşsız. Naneli Şeker’de, “Varlığımız evreni sayısız parçaya bölmüş. Hüzünlerimiz, sevinçlerimiz, gözyaşlarımız, kederlerimiz, endişelerimiz, umutlarımız var bizim. Her birimiz yumruğumuz kadar zümrütten bir köşke kilitleriz onları.”diyorsunuz. Bir yazar olarak kaleminiz evreni sayısız parçaya bölen bu varlığa nasıl dokunuyor, yazma edimi sizde nasıl ve neden beliriyor? O zümrütten köşkün ışığını çoğaltmak, oraya kilitlediğimiz hisleri salıvermek, özgür bırakmak gibi düşünebilir miyiz bunu?
H.E.K.:“Gönül Çalabın tahtı” der Yunus Emre. Vücudumuza kan pompalayan, o ölmeden bedenen ve ruhen ölmediğimiz kalbin şairlerin lisanındaki adıdır gönül. Kalpte çırpınan, benliğe ve bilince seslenen oldukça narin edalı, hoş sesli bir kuş olarak maddeselleştirebiliriz onu. Sözün kısası gönül soyuttur ve fakat mutlaka vardır. İşte ben evrene ve var oluşa gönlüyle dokunanlardanım.
Burada mutlaka belirtmeliyim ki gönlümüz akılsız asla değil. Aklı reddetmeyen fakat onu aşan bir yerdedir o. Bazen tepeden bakar akla, bazen içinden geçer, kimi zaman onda eylenir, kimi zaman ondan göç eder.
Kalp, çok değerli… Aksini iddia etmek aymazlık olur. Evrenin kusursuz ahengi kalbimizin atışlarında kendisini gösterirken Yaratıcımız da “biz” dediğinde kalplerimize bakar. Aynı dörtlüğün devamında “Çalap gönüle baktı” diyen Yunus Emre bu evrensel hakikati dile getirmiş.
Kalp çok kolay incinir. Bir insanı hem madden hem de manada öldürmek isteyen doğrudan doğruya kalbe saldırır. Elbette kalp incinmekle ölmez, yalnızca incitene kapıları kapanır. Bu arada incinse bile kapıları kapanmayan kalpler de yok değil.
Benim kalbime gelince, kolayca incinmez gibi gözükse de hemencecik inciniverir gerçekte. Kapılarımı hiç kimseye kolay kolay kapatmasam da bu böyle. İlk şiir kitabımın ismi geldi aklıma nedense: İnceciktir Kırılmak.
İnsan kalbi tasavvuf ehlince Kabe’ye benzetilir. Bir insanın kalbini kırmak kâinatın dengesini alt üst etmekle eşdeğer tutulur. Gerçekten insanın, hatta belki de evrenin özünü içeren kalbe zarar vermek, en çok bu zarara neden olan için kayıptır. Yunus Emre de telmihte bulunduğumuz dörtlüğün sonunu şöylece bağlar: “İki cihan bedbahtı / Bir kez gönül yıktın ise…”
L.K.: Son kitabınız Kuşbaz Tahir Efendi…Gölgeye Sığınanlar’dan sonra ikinci öykü kitabınız yine Roza Yayınevi’nden çıktı, 16 öyküden oluşuyor. Kuşbaz Tahir Efendi adlı kitapta ilk öykü olan Adem’in Kuruntusu’nda çok hoşuma giden bir diyalog var. Âdem, avuçlarını, parmak uçlarını kokluyor, üstünde kesif bir balçık kokusu hissedince Havva’ya, ‘Sen de alıyor musun bendeki balçık kokusunu diye soruyor ve Havva ‘Evet alıyorum.’ deyince Âdem, ‘Peki rahatsız oluyor musun?’ diye ekliyor. Havva’nın cevabı enteresandır: ‘Neden rahatsız olayım? Senden başka hiç kimse bir daha böylesine güzel yaradılış kokmayacak.’ Bu yaradılış kokusu ne menem bir şeydir, bundan bahsedelim istiyorum biraz. Sanatçı bu kokuyu duyan yekpare bir burun gibi geliyor bana…
H.E.K.: Âdem’in Kuruntusu yazarken de yazdıktan sonra da beni çok etkiledi. Konunun ve anlatmaya niyet ettiği kişinin yazara ilham verdiğini biliyordum bilmesine de kendimde ilk defa bu öykümle deneyimledim. Sanki Âdem’le (as) aramızda sözcüklerle kurulan bir bağ yakalamış gibi hissettim kendimi. Hepimizin atası Âdem’den yayılan yaratılış kokusunu aldım diyebilirim. Atamız Âdem buram buram balçık kokuyordu adeta. Ondaki balçık kokusunda hem yaşama sevinci hem dünyayı anlamlandırma çabası hem pişmanlık hem aşk vardı. Daha dahabinlerce his.
Kalbim sevmeye meyyal olduğundan mıdır bilmem; ben Âdem’i de Havva’yı da öyle içten öyle derinden sevdim.
L.K.: Kuşbaz Tahir Efendi’yle devam edelim istiyorum. Hükümsüz İyilik adlı öykünün başında şöyle bir epigraf var: “İyiliğimi kaybettim hükümsüzdür” Kapsamı geniş bir soru olacak farkındayım ama soracağım yine de. İnsan iyiliği neden ve nerede kaybediyor? Edebiyat uğraşıyla iyiliği ne kadar yüceltebiliyoruz?
H.E.K.: İtiraf etmem gerekir ki ben iyiliğin kaybedilebileceğine inanmam. İyi insanlar neredeyse doğuştan iyidir ve ölene dek daha doğrusu akılları erdiği müddetçe hatta rüyalarında bile iyidirler. Kötülerin de iyi olma ihtimalleri yok denecek kadar azdır. Suçlu ıslah edilebilir fakat kötünün ıslah olduğuna tanık olmadım. Gerçi biz ortalama ömür yaşayan insanlar salt iyiyle ya da salt kötüyle pek de karşılaşmayız. Tanıyabildiğimiz her insan, az iyi az kötüdür.
Öykümüzdeki kahraman ise “iyiliğimi kaybettim ” derken aslında küskünlüğünü ve kırgınlığını dile getiriyordu. Öyküde bir çocuğun öncelikle kendisi tarafından ve başkaca etrafındakiler tarafından yoğrulan iyi insan olma çabasının irdelenmesi var.
L.K.: Kuşbaz’da , ‘acıklı bir nefesten değil özleminden titreyen bir ney’den bahsediyorsunuz, “Sarı tambura durmaksızın inliyordu, duymadık. Sakiler neşe dolduruyorlardı çayhanede, binlerce maskeleriyle ve biz hiçbirini, hiçbir çağda görmedik.” diyerek. Mevlana’nın dediği, “Dinle neyden ki hikâyet etmede /Hep ayrılıktan şikâyet etmede” deyişine benzer bir anlama bürünmüş. Demem o ki, neyin özleminden titreyişi yanında sakilerin neşesi nedendir? Özlemek ne tuhaf bir duygudur ki pervane de kendini ateşe atar? Pervanenin Duası kitabınızı da hatırlayarak soruyorum, pervanenin kanatlarını yakan da ışığa duyduğu özlem mi? Bu anlamda kitaplarınız bir anlamda tasavvufi bakışa yakın duruyor, yanılıyor muyum?
H.E.K.: Doğru bir tespitte bulunmuşsunuz. Tema olarak da kullandığım imge ve sözcükler olarak da eserlerimde tasavvufi bir duruşu işaret ettiğim söylenebilir. Ney, saki, ateş, yanmak, özlemek, pervane gibi sembollerle yüzlerce yılda şekillendirdiğimiz sufi geleneğin izlerini sürmeye çalıştım.
İnsan neslinin dünya üzerindeki varoluş sancısıve -bizim görüşümüzce- gurbette bulunma hissi kalplerimizdeki daimi ve satır altı hüzne neden olur. Evrenin “olma sürec”i her ne kadar kozmik ölçütte anlık bir zamana denk gelse de yoğruluşunda bulunan neşe akabinde hüzne evrilmiştir. Bu, sınırı oldukça geniş hüznün kaynağı sonsuzluk kavramıyla açıklanabilecektir.
Az önce sözünü ettiğiniz sakilerdeki neşe maskesi ise insanların ömürleri boyunca edindikleri masum maskeleri hatırlatma amacını gütmekte. Şöyle ki bizler bazen, derin kederlerimizi gizlemek için geçici nitelik gösteren neşe maskelerimizi taşırız.
L.K.: Son olarak bir yazarın kaleminin nefesine anlam katan şeyi sormak istiyorum. Tıpkı neyin özleyişten titreyişi ve onun nefesini işitmemiz, o nağmeleri hissetmemiz gibi bir şey midir bu? Yazarın kalemini ney farz edecek olursak bir anlığına, sizin kaleminizin nefesini çoğaltan o şeyi öğrenebilir miyiz? Bir yazarın kaleminin nefesinde mesela sakilerin neşesi de var gibi geliyor bana. Siz ne düşünüyorsunuz?Jung, “İnsan kaynağı saklı bir nehir.” diyordu. Peki, bir yazarın beslendiği kaynak ne kadar derinlerdedir, nedir o? Mesela sizin kaynağınız…
H.E.K.:Kaynak meselesi beni gerçekten zaman zaman endişelendirmiştir. Eski ozanlarımızca, yeni ve doğurgan şairlerimizce çağlayan bir esin gözem olsun çok istesem bilezaman zaman olmamasından çokça endişe ederim. Kalemi elime alınca da umutlandığım olur.
Aksisanat adına çok teşekkür ediyorum bu güzel sohbet için…
Rica ederim, mukabil teşekkürlerimle. Sevgiler…