Söyleşi: Leyla Karaca
Sn. Memik Kibarkaya, Türkiye’nin Van Gough’u olarak biliniyorsunuz. Parmaklarıyla mucizeler yaratan ressam diyorlar size, resmederken fırça kullanmıyorsunuz ve farklı bir tekniğiniz var. Ama ben ressamlığınızın dışında bir soruyla başlamak istiyorum. Aynı zamanda veterinersiniz. Köpeğiniz Apal’ın ölümünden sonra veteriner olmaya karar verdiğinizi biliyorum. Bu hassas duyuş ve hissedişle, sanatçı oluş, o ince ruh arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum, yanılıyor muyum? Bundan biraz bahseder misiniz, hayatınızda bir dönüm noktası sayılabilecek o olaydan…
Muhammed İkbal der ki, kendi yolunu kendi kazmanla yap, başkalarının yolundan gitmek insanlara zul verir, der. Sanırım bu beni çok etkiledi. Rahmetli anam, halı, kilim dokurdu kendi kafasına göre. Evi çamurla sıvar, kök boyalarla desenler yapardı duvara ama saf bir müslümandı. Çocuktum bağda bir ağacı oyarak saz yapıyordum. Ne yapıyorsunoğlum,dedi, saz yapacağım dedim, icat çıkarma dedi. Aslında onun ruhunda icat çıkarmak vardı, çamurla haşır neşirdik hep, hep çamuru boyamak geçerdi içimden ama çamur boyanmadı. Ama sonunda boyayı çamura döndürdüm.
Lise sonuna kadar doğada kendi sürümüzü otlatırdım, kendime oyuncaklar yapardım çam kabuğundan araba taştan gülle dizerdim. Mesela okula gitmeden önce Nato boru hattı geçti bizim oradan, onların döktüğü ziftlerden heykeller yapardım. Orta sona geldiğimde bir köpeğimiz vardı. O bir gün çalı üzerinde gece uyurken o çalının altına dalıyordu. Uyandım, çalıyı yaktım. Bir de ne göreyim ağzında kocaman bir yılan vardı, iki canlının ölümkalım savaşını seyrediyordum o an. Yılanın dili köpeğin burnuna değiyordu ama ısıramıyordu. Köpeğim Apal bir hamle yaparak onu fırlattı, pençeleriyle öldürdü. İki yıl sonra köpeğim kuduzdan öldü, o benim dönüm noktam oldu. Onun için veteriner fakültesine gideceğim diye aht ettim, daha Pastör’ü tanımamıştım. Lisede edebiyat okudum, fen puanıyla girdim üniversiteye.Çamur kıvamındaki boya tuale ve fırçaya bulanmıyordu, daha sonra TAEK’de bir kâğıt buldum, dayanıklı bir süzgeç kâğıdına parmaklarımla resim yapmaya başladım. İlk sergimde basın benden bahsetti, resimlerim ilgi gördü.
İnsanın hayatı boyunca kendisini var kılan tüm yetenekler gibi sizin resim ilginizin de çocukluk çağınızdan başladığını düşünüyorum, yanılıyor muyum? Biraz hayatınızdan bahseder misiniz kısaca? Boyaların, renklerin mührünü ruhunuzda ilk ne zaman hissettiniz? Veteriner hekim olduğunuz yıllarda da mesela resim yapıyordunuz değil mi?
Sanırım ana genimde olandı, sanatçı sonradan olmaz. Sanatçı sanatçı doğar derler, ben de öyleyim sanırım. Lisede logaritma denen bir dersten kaçtım, müzik bölümünü seçtim. Bir gün elimin yatkın olduğunu bilen sıra arkadaşım resimdeydi. Bana bir kitap kapağı yap ödevim var, dedi, ben de yaptım. Resim öğretmeni, bunu sen yapmadın ama kim yaptıysa söyle demiş. O da beni göstermiş. Hoca atölyeye davet etti. Yaptığım tüm resimler öğretmenler odasına ve sınıflara asılıyordu.
Fakültede anatomi dersinde tüm kasların resmini çizer, Latince yazardım. Bir özelliğim de ezberle değil yaptığımı çizerek öğrenirdim. Bir gün hoca meslektaşımız olan Mehmet Akif’in bir tablosunu yap dedi. O fakültenin girişine asıldı. Tüm bunları yaparken onurlandırılıyor, ilgi görüyordum. Bence sanatçının besini alkıştır. Güçlü kara kalem desenler çiziyordum ama herkesin yaptığını boyayla yapıyordum. Hep farklı olmayı düşünürken okulumuzda bir kitap sergisi oldu. 20 ciltlik bir müzeler eserini aldım, onlardan kopyalar yaptım. Daha sonra Et ve Balık Kurumu’na atandım. Bir gün resimlerimi güzel sanatlar galerisi müdürüne gösterdim, sana bir sergi açayım dedi. Sergiyi açtım ama hiç kimse gezmiyordu. Bir gün galeri müdürü aradı. Bir resmini beğendiler satacak mısın dedi. Galeriye gittim o zaman 5600 TL maaşım vardı, 4000 TL’ye resmi sattım çok hoşuma gitti bu olay. Farklı olmam gerektiğini düşünüyordum, diğer ressamları görmek için İspanya’ya gittim.
Doğada çok bulundum. Doğa zaten sanattır. Çekirge renkleri, yusufçuklar, ayrıca kuş renkleri hep izlerdim. Çok da hoşuma giderdi, hele kelebeklerdeki desenler, tabii okuldaki mikroskoptaki ışıklar da çok güzeldir.
Frida adlı filmi izlemişsinizdir. Orada Frida Diego’ya, “Çalışmalarımla ilgili fikrini öğrenmek istiyorum.” deyince Diego, “Fikrimle neden ilgileniyorsun? Gerçek bir ressamsan resim yapmadan yaşayamadığın için resim yaparsın, bu kadar basit.” diyor. Sanatın her dalında öne çıkmış isimlere baktığımızda resim, müzik, şiir veya heykel, sanatçının o işi yapmadan yaşayamadığı için o işi yaptığını düşünüyorum. Yani Diego dikkate alınması gereken, enteresan bir şey söylüyor. Ben eserlerinize baktığımda sizin de resim yapmadan yaşayamadığınızı hissetim. Çünkü çağlayan, akan, durdurulamaz bir aşk gördüm orada. Sormak istediğim, sanatçıyı sanatını icra etmeden yaşatmayan o şeyin ne olduğu. Ruhsal bir çekim midir bu, Tanrısal bir çekiliş, akış ya da? Bunu biraz açar mısınız?
Sanatçı aslında bir göldür, akması gerekir. Sıkıştırılmış dinamit gibidir. Depremle bir fay hattı oluştu ve akmaya başladım nehir gibi. Okyanuslara doğru akarken etrafını sular gibi. Benim depremim Otyam, Hasan Pekmezci ve açtığım sergilerdeki alkışlardı. Beethoven sağırdı ama o muhteşem sesi ruhunda tanıdı. Bir gün biriyle sohbet ederken sağırım ama bu notaları bana Tanrı yazdırıyor demişti. Resim benim ekmeğim, aşım, ruhumun dinginliği. O olmazsa yokum demektir. Bodrumda bir TV’de bu soruya, coşkuyu uzun yaşamam lazım çünkü resimden vazgeçemiyorum diye yanıt vermiştim.
Modigliani sevgilisinin gözlerini yapmıyordu, sonra sordu neden gözlerimi yapmıyorsun, o da cevap verdi hala ruhunu tanıyamadım dedi. Ben resme gözle başlarım. O ruhu yakalarsam diğer yanı teferruattır. Hüzün, ağıt, coşku onu çok severim. O da gözde vardır, genelde Anadolu insanı, çileleri ağıtlar, yemen türküleri vardır hepsinde.
Resimde yakaladığım bir ruh var, ruhsuz resim bence yavan aştır. Bir de sanırım çok çabuk duygulanırım, çok çabuk âşık olurum. Biryüzü sever çizerim,yakaladığım biterse başkasına koşarım. Aşk illa karşı cins değildir. İnsan yüzü… Mesela bir resmimde adamın hikâyesi beni etkiledi. Onun resmini yapmak için ta köyüne gittim, hikâyesini dinledim. Resmini yaptım şimdi o resmi heykel müzesine verdim. Konseyden geçerse müzeye konacak. Devlet güzel sanatlar genel müdürlüğü yetkilileri istemişti.
Ünlü ressam Fikret Otyam’la tanışmanız nasıl oldu, biraz bahseder misiniz?
Evet, o da hayatımda bir dönüm noktasıydı sanırım. Bir gün TESK’de Filiz ve Fikret Otyam’lar sergi açmıştı, adını duyuyordum ama tanışmamıştık. İçeri girdiğimde büyük bir kalabalık vardı. Cumhurbaşkanı Demirel, Deniz Baykal, Ali Coşkun ve diğer siyasiler geziyordu sergilerini. Ben Fikret hocaya yaklaştım, ben de resim yapıyorum dedim. Git başımdan üç günlük hızlandırılmış ders alıyorsunuz ressamım diyorsunuz ayıp, dedi. İnternette sayfam var bir baksanız, dedim.Ben anlamam dedi. Üzüldüm buruk bir şekilde ayrılırkenFiliz Hanım, Fikret bir baksan dedi. Fikret Otyam, “Ben 1948 model daktilo ile yazıyorum o bana internetten bahsediyor.” dedi. “Benim kumaşı görmemlazım.” diye de ekledi.
Hemen bir taksi tuttum. Eve geldim, yaptığım sümbül resimleri ve bir portreyi aldığım gibi geri döndüm sergiye. Kalabalık dağılmıştı. Gittim yanına, çiçek resmini açtım. Kapat git dedi,çiçek böcek resmi yapıyorsunuz dedi. Kırıldım, öfkelendim. Çıkarken dedim ki tek ressam siz misiniz? Böyle deyince getir öbürünü de göster dedi. Ben diğer tabloyu açınca işte orada değişti. Bir süre tabloya baktı, bunu nasıl yaptın dedi hayretle. O görünce şaşırdığı tabloda yaşlı bir kadını resmetmiştim.
Parmaklarımla üç ve bir yaptım. O nedir diye sordu. Üç Külhuvallahü bir Elham dedim. Nerede çalışıyorsun, ne iş yapıyorsun diye sordu. Veterinerim dedim. Git hemen istifa et resim yap dedi bana. Ve benden portresini çizmemi istedi. İşte böyle oldu kısaca…
Biraz resim tekniğinizden bahsedelim mi? İnsan eserlerinize bakınca bu detayları yalnızca dokunarak, parmak uçlarınızla veya biraz da maket bıçağıylaverdiğinize inanamıyor ve eserleriniz hayranlık uyandırıyor. Üstelik hiç resim eğitimi almamışsınız. Bu tekniği nasıl buldunuz, tam olarak nedir?
Bu tekniği dedim ya farklı olmak dürtüsü vardı. Eğitim almadım ama benden öncekilere çok öykündüm. Bir gün atom enerjisinde çalışırken bir arkadaşımın kızı okula başlayacakmış, boya almış, elinde pastel boya vardı. Kızımın bir resmini yapar mısın dedi. Ben de kâğıdım yok dedim. Laboratuardan bir kâğıt getirdi, süzgeç kâğıdı. Pasteli aldım çizmeye başladım. Sonra onun üzerine yağlı pasteli sürerken gölge yerlere parmaklarımla sürmeye başladım. Güzel oldu. Sonra yağlı boya, pastel ve bazı maddeler katarak 2000 yılında çamuru oluşturdum ve renkleri. Daha sonra kıyma makinesinden geçirdim. Ve böylece kendi tekniğimi oluşturdum. Resim büyüdükçe ek yapıyordum. Bu da benim tual içine sıkışmamı önlüyordu, orada özgürdüm, özgürlüğümü kısıtlayan bir şey yoktu. Parmaklarımla dokunmak, piyano tuşuna basmak gibi ya da çamurdan heykel gibi… Resimle benim aramda bağ oluşuyor, okşar gibi oluyorum. Tual esir alıyor beni, oysa ben özgürce devam etmek istiyorum, dokunmak bağımı kaldırıyor. Bu teknikten önce fırça kullanıyordum ama artık kullanmıyorum. Bazen maket bıçağı ve gözlerde silgi kullanıyorum. Yani kendi yolumu buldum sanırım. Silgi mesela üzümde ve gözde parlaklığı sağlıyor. Her resmim üzerinde parmak izlerim var kimse kopya edemez. Resimlerde, sergilerimin adı hep parmak izi… Mesela geçen atölyemden bir resmimi çaldılar, umarım bulunur.
Çalışmalarınıza baktığımda yoğun olarak portre çalıştığınızı görüyorum. İnsan yüzlerinin, simaların üzerinde bu kadar durmanızın özel bir sebebi var mı? Kâinatın gözbebeği insan oluğu için mi portre çalışmaya ağırlık veriyorsunuz? Ve gerçekten çok başarılısınız bunda…
Tanrı’nın meleklerinden de üstün kıldığı insandır. Acısı, hoyratlığı, hele hele gün yanığı insan yüzleri… Duygularım onlarladır, Anadolu’yu çok gezdim. Mezralarına dek gittim. Mesela bir resmimde bir Kürt anası oğlak güdüyordu, tabakasından tütün sarıyor içiyordu. Hemen resmini çektim 1980’de. Ama Rembrandt’ı gezdim sabancı müzesinde, orada bir el gördüm çok heyecanlandım. O el çektiğim fotoğrafta vardı. Uçağa atladım, damadıma beni havaalanından al dedim. N’oldu baba dedi, rüya mı gördün. Acele gel al dedim. O el beni titretti eve geldim. Kocaman kutu içinde o resmi heyecanla buldum, başladım çalışmaya 3 saatte bitirdim, üç gün seyrettim. O resmim en hit olandır, Pera Müzayedesi’nde satıldı.
Yüz beni etkilemektedir, acı, sevinç, masumiyet. Bunları yakaladığımda titrerim.IŞİD’den kaçan bir Ezidi’yi çizdim, yüzünde endişe ve korku var. İngiltere kraliçesini çizdim, Kanada büyükelçisi ile İngiltere’ye gitti. Basın çok söz etti bundan. Onu neden çizdiğimi soracak olursanız Lucian Freud diye bir ressama tahta sandalye üzerinde poz veriyor. Atölyede fareler, köpekler cirit atıyor. Bizde de Atatürk ve Özal ressamın ayağına gidip poz vermiş. Duygulandım yaptım kısaca.
Asıl sormak istediğim o soruya gelirsek, resim yaptığınız o anlarda ne hissettiğinizi, ne yaşadığınızı, o eşsiz anlarda varlığı nasıl algıladığınızı çok merak ediyorum. Resim yaparken size ve evrene, hayata ne oluyor? Tahmin ettiğim kadarıyla zamanın dışına çıkıyorsunuz, kimsenin bilmediği bir dili konuşmak gibi bir şey mi bu? Tanrı’yla konuşmak o dili veya gezegenlerin dansını izlemek, hissetmek gibi, onlarla dönmek hatta? Dev bir orkestrayı yöneten Bethooven gibi mi hissediyorsunuz? Mermere sıkışmış bir melek gören ve onu özgürlüğüne kavuşturuncaya dek mermeri oyan Michelangelo gibi ya da? Parmak uçlarınız renklere bulandığında, ruhunuz gökkuşağı gibi mi oluyor, yekpare,parlak bir ışık huzmesi mi, çakan bir şimşek gibi mi yoksa?
Bakınız yattığım yer atölye olan evim. Gece rüyama girer, kalkar resim yaparım. Özellikle doğa uyanmadan, sabah ezanında resim yaparım. Ben diyorum ki, Tanrı bana bu resimleri yaptırıyor. Ne hissedeceğim aşk hissediyorum, Mevlana gibi. Bazen kadın belki de arzum, bazen renk. Sık âşık olurum. Bir resmimi Bahçeli gördü, bu kim dedi. Öylesine dedim belli biri değil. Öylesine olmaz dedi. O zaman âşık olduğum kadın dedim. Hah işte bu dedi. Parmaklarım boyaya, kâğıda değdiğinde onu okşar gibi çizerim. Sevişir gibi resimle, renkle, doğayla. O hissi yakalıyorum. Bir yüzde ruhu yakaladığımda peşinden giderim, onu çizene kadar.
Bu da biraz sıra dışı olacak ama bir ressama hep şunu sormak istedim, dünyamızda var olan renklerin asıllarını hatta o renklerin ardında nasıl bir evren olduğunu görmek istediniz mi hiç? Yüzlerce sene evvel Newton bir renk çarkı düzeneği kurmuştu ve ışığın tüm renkleri içinde barındırdığını insanlığa göstermişti. Siz bir bilim adamısınız aynı zamanda, bu yüzden ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Demem o ki, bir ressamda Newton’un beyaz ışığın tüm renkleri barındırdığını gösteren, bunu yapmaya iten o keşifteki türden gizli bir merak mevcut mu? Mesela insan gözünün göremediği ışıklar, farklı dalga boylarının mevcudiyetini biliyoruz bugün. Bir ressam olarak düşünceniz nedir, görebildiğimiz renklerden başka, hayal bile edemediğimiz renkler mevcut olabilir mi?
Rengi keşfetmek ruh haline bağlı. Bence mesela Van Gogh delirdiği zaman o bir ilaç kullanırdı. İşte delilik ve o ilacın bir araya gelmesiyle Van Gogh sarısını oluşturdu. Bilim adamları Mars’a 17cm sapmayla indiği teknolojide hala Van Gogh sarısı keşfedilmemiştir. Ben renkleri genelde bazen rastgele pastelleri eziyorum o nedenle meydana gelen bir renk oluyor. Bakın ışık da bu arada çok önemli. Mesela bir resimde elindeki tespihin ışığını vermek için bir tespih aldım, arkasında mum yakarak ışığı buldum.
Evet elbette bildiğimiz renklerden başka renkler de mevcut olabilir. Allah’ın gizlediği bir çok şeyler vardır. Onu bulmak insanlara verilmiş aramak lazımdır. İmkânsız diye bir şey de yoktur, bilim ve sanat sonsuzdur. İmkânsız lafını en çok aptallar kullanır der, M. Ali Kley. Bir tek imkânsız vardır o da yaratıcıdır. Keşfetmek dahasını keşfetmek ama bunu insanlık adına yapmaktır. Bıçak hem insanı öldürür hem de salata yapılır, atom da öyledir, hem tıpta insan kurtarmakta hem de insan öldürmede bence araba gibi. İyi kullanırsan menzile ulaşırsın, iyi kullanmazsan kaza yaparsın.
Bu resimdeki kişi eniştem, bir gün oğlunun bürosunda otururken bir fotoğrafımı yap dedi. Ben de olur dedim, hemen bir resmini çektim. Amaelindeki tespihte ışık yoktu, bir mum koydum arkasına ve ışığı buldum. Demin bahsettiğim çalışmam budur.
Hayatımda fay hatlarında önemli tesadüfler var. Apal, mikroskop, TAEK gibi. Akan nehrin içine girince okyanusa ulaşırsın, yoksa buharlaşırsın. Piserro 2000 resim yapmış, daha sonra Naziler Fransa’yı istila edince o İngiltere’ye kaçar. Resimleri askerler postalları çamur olmasın diye yere serip çiğnemişler. O döndüğünde 2000 resim daha yapmış. Ben de hâlâ arayıştayım. Tanrı aslında birçok gizliliği saçmış, bilim ve sanat adamları bunu bulmaya kodlanmıştır. Dedim ya bir göldüm, deprem oldu, fay kırıldı, okyanusa doğru akıyor…
Aksisanat adına bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim…