Bu aralar garip zamanlardan geçiyorum. Uzun süredir ilk defa yazma dürtümü ve motivasyonumu kaybettim. Yazmak için klavye başına geçtiğimde, ekrana boş boş baktım, fikirlerimi sansürlemekle sansürlememek arasında gidip geldim. Sonunda da, dış dünya, dış dünyanın ölçüleri, maddi dünya beni esir aldı ve aptallaştım. Kelimenin tam anlamıyla aptallaştım, hatta aptallaştırıldım.
Geçenlerde Aslı Erdoğan’ın bir röportajını okudum. Kendisi, bu ülke bana intihardan ya da delirmekten başka seçenek sunmuyor demişti. Onu çok iyi anladım. Çünkü, kendisi içeri alındığında, ben de demiştim ki, bir fırıncı nasıl ekmek yapmayı, bir terzi nasıl elbise dikmeyi biliyorsa, Erdoğan’ın işi de düşünmeyi ve yazmayı bilmektir. Bir düşünürün, bir yazarın işi yazmaktır. Onu elinden almaya çalışırsanız, aptallaşır diye eklemiştim. Şimdi bu ifademin ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyorum. Çünkü, düşünme yetiniz elinizden alındığında, düşünememeye başladığınızda, çevreyle mücadeleye girdiğinizde ve zihninizi ortalama bir seviyeye çekmeye zorladığınızda aptallaşıyorsunuz. Bu çok hazin bir durumdur.
Uzun zamandır ne siyaset, ne sanat, ne gündelik yaşam hakkında artık tam fikir beyan edemiyorum. Ne vakit fikir beyan etsem, ucu birilerine dokunuyor. Arkadaşlarımla ilişkilerim değişiyor, insanlar tarafından esefle kınanıyorum, sürekli o kadar düşünüp, yazmamam gerektiği söyleniyor. Zaten, bir kadın olarak da bu ülkede (düşünün, İzmir’de) kendimi güvende hissetmiyorum. Çantamda, korunmak adına biber gazı taşıyorum. Beni düşürdükleri hale bakar mısınız?
Üstelik bunu sadece devlet, siyasetçiler falan da yapmıyor. Demiştim, düşmanınız netse sorun yok. Asıl sorun, dost diye bildiklerinizden, yakın çevrenizden, sanat çevresinden vb. geliyor. Artık, şiiri tanımlayanlardan, ‘‘şiir kutsaldır, şair değildir’’ gibi ilkokul düzeyindeki egosal cümlelerden ve çevreye sirayet eden atışmalardan bıktım. Sanat ve edebiyat görüşlerimi belirtmeye davranıyorum; bu sefer, ülke birkaç boy geriden geldiği için kimse tepki vermiyor, veremiyor, bir şey anlamıyor. Sanatçılarının kendileri bile… Bundan da yoruldum.
Sürekli ortalarda çaplarına bakmadan diğerine/diğerlerine ‘‘hastasın’’ ifadesini yapıştıran sözde günlük psikologlar türedi. Bir fikri ortaya koysanız, kırk yerden saldırıyorlar. Okumalarınıza karışıyorlar; dostluk, aşk, cinsellik, aile, akrabalık ilişkileri, kapalı gruplar/cemaatler, ülke, eğitim her şey her şey ikiyüzlü ve kırılgan… Bunlardan da yoruldum.
Yoruldum ve her yazar gibi hayatımın şu aşamasına geldim. ‘‘Niye yazıyorum?’’, ‘‘kime yazıyorum?’’, ‘‘yazdıklarım ne olacak?’’, ‘‘yazdıklarım kime kalacak?’’. Bir de, bu erkek-egemen ve bir gıdım ilerlemeyen merkez edebiyat neferleri beni yoruyor. Daha feminizm, kadın yazını, kadın yazarlık/şairlik vb. hiçbir şeyi tartışamıyorsunuz. Sözde başka pratikte başka insanlar etrafınızda zehirli mantarlar gibi türüyorlar. İlla bir tarafa angaje olmanız bekleniyor. Bıktım. Türk edebiyatının sorunlarından da bıktım. Ne bitmez, ne önemli, ne reel sorunlarmış!.. Sorun dediklerinin, benim sorun dediklerimle de uzaktan yakından ilgisi yok. Bir uyum sorunu yaşıyorum. Ergenlik dönemimde okuduğum şairler şu an internette ve dergilerde sürekli dolaşıma sokuluyorlar. Bilmiyorum. Kimseyle bir şeyi paylaşma şevkim de kalmadı. Bir şiir dosyam, bir deneme dosyam bitti. Birkaç tiyatro oyunum var. Ama, çevredeki o iç içe ilişkilere de yeterince giremediğim için, mesafeden dolayı, tam harekete geçemiyorum. Türkiye gibi bir ülkede, üst yapı ve çevre ilişkisi her şeyi belirliyor. Niteliğe dikkat eden yok. Hakikati duymak isteyen yok. Yeniliğe açık olan yok. Kadın sanatta bile hâlâ ikinci planda ya da varlığı, erkek sanatçıların ve genel çevrenin varlığıyla şekilleniyor. Kendisini hocaya, kocaya, yayıncısına, gönül kırığına, eşe dosta göre şekillendiriyor.
Augusto Boal’ın ‘‘Ezilenlerin Tiyatrosu’’ kitabını tekrar okuyorum bugünlerde. Yıllar önce fakültedeyken okumuştum. Tabii, ne denli değerli ve derin bir kitap olduğunu toyluktan anlayamamışım. Bugün Türkiye’ye, Türkiye’de sanata, tiyatroya bakınca, Boal’in kendi yerleşikliği Latin Amerika’dan yola çıkarak ortaya koyduğu fikirleri daha akılcı geliyor. Nitekim, o bölgedeki ülkeler denli siyasi olan Türkiye için de tiyatronun güçlü bir silah olduğu, özgürleşmeye giden yolda büyük motivasyon sağladığı ve herkesin bir şekilde (seyirci olarak, amatör olarak, profesyonel olarak; genç, yaşlı, çocuk vd.) tiyatroya bulaşması gerektiği fikirleri dikkate değerdir. Sanata bu yönden de bakıyorum.
Yine, Boal’ın, Herakleitos’un (Heraklitos) ve onun öğrencisi Kratilos’un fikirlerine yer vermesi; karşıtında da Parmenides’le öğrencisi Zeno’nun fikirlerine yer vermesi önemlidir. Öyle ki, Kratilos, aslolanın hareket olduğunu, gerisinin sadece görünüşe tekabül ettiğini söylerken, Parmanides ise, tanımlanan iki dünya olduğuna vurgu yapmıştır. Bunlardan biri akli dünyadır, diğeri görünüşler dünyasıdır. Ona göre, hareket bir yanılsamadır. Bu fikirleri bir arada görebilmek bize şu imkânı sağlamıştır. Platon’dan ve Aristoteles’ten de güç alarak, felsefe tarihi ve sanat tarihi üstünden sıçrarsak, zaten sanatın da kaosun içinde farklı kollar aracılığıyla tanımlandığına tanık oluruz. Velhasıl, sanatın özünde çatışma varken, sanatın ne’liği/ ne değil’liği konusunda da çatışma vardır. Her ne kadar Aristoteles bu işin kökenini teşkil eden temel kavramları bulduysa da, bugün geldiği noktada sanat, daha da çok-parçalı bir rotaya doğru evrilmiştir.
Tam da burada, öz-biçim ilişkisi anlamında, Türkiye üstünden bir sentez düşünülmelidir. Nasıl ki, birçok kuramcı, sanatçı, sanat kuramcısı, önce kendi yurtluklarından ve zihin haritalarından beslenerek genişlemişlerse, ülkemizde de bunu yapabilecek özgün isimlere ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, herkesin de kendi sanat anlayışı, sanat ‘‘poetika’sı’’ oluşmalıdır. Bunun oluşması doğaldır. Mevcut noktada, ülkemiz bazında bir problem nüksetmektedir. Türkiye, Aristoteles’ten ve kapalı biçim anlayışından hareketle, klasiği pek aşamadığı ve Türkiye’deki sanatçılar da daha o kadar cesur, yenilikçi ve derinlikli olmadıkları için, üretimlerin çoğu birbirine benzemektedir. Aynı türler üstünden çoğaltılarak ilerleyen çalışmalar vardır. Yeni veya protest yapıldığı zannedilen bir çalışmanın alt yapısı, entelektüel temeli tam oturtulamamaktadır. Yani, yenilikçiliğin de temeli vardır. Ama, Türkiye’de denge sağlanamamaktadır.
O noktada, ben de anlaşılmakta ciddi boyutta sıkıntı çekiyorum. Bırakın dış kapının mandallarını, kadın olduğum, kadınlık davası uğruna birlikte mücadele verdiğim kadınlar, dostlarım, geyler, sevgililer, erkekler/ erkek arkadaşlar bile bana cephe alıyorlar. Çoğu arkadaşımın da başına benzer şeyler geliyor. ‘‘*Feminist misin sen ha? *Seni feminist, seni!.. *Kızım, boşuna uğraşıyorsun. *Hastasın sen. *Değişiksin sen. *Delisin sen. *Bir garipsin sen. *Karmaşıksın sen. *Bu böyle gelmiş, böyle gider. *Yapıyorsun da başın göğe mi eriyor?’’ vb. tepkiler alıyorum. Biriyle fikir tartışmasına girsem, birinin iletisinin altına yorum yazsam, bir yerde bir paragraf belirtsem, beni sevdiklerini zannettiğim insanlardan (sevdiklerimden) bile sert refleksler görüyorum. Suratıma hızla dirsek yemiş gibi hissediyorum. Burnumun ortasına…
Yoruldum diyorum. Bu sefer de, güçsüzlükle, karaktersizlikle, zayıflıkla itham ediliyorum. Ateş arasında kalmanın, sınırda dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatamıyorum. İğnelemeler, laf sokmalar, arkadan konuşmalar, ittifaklar… Bunlara direneyim diye, az çakallaşayım diyorum, az ‘‘cool’’ davranayım; önde ciddi, edepli ve sade görünüp, gerisinde tüm ilişki birimlerine hızla çalışayım. Ama yok, onlar gibi de olmayı beceremiyorum. Rol-modellere bakıyorum. Kendime bir rol biçmeye gayret ediyorum. Hayır, olmuyor. Birçoklarında oluyor. Birçokları birçoklarına benzeyerek, birbirini çoğaltarak oluyor. Ben kesinlikle baştan ayağa tam temsil olamıyorum. Bundan ötürü de canım yanıyor. Direk, başkaldıran sanatçı modeline istinaden, dilimde, içimde, zihnimde ve yüreğimde ne varsa döküyorum. Sonra da, gelsin sanat çok önemli bir şeydir, bir sanatçı, hele kadın sanatçı kolay yetişmiyor diyenlerin, bunu diyenlerin, aynı diyenlerin sizin yaşam biçiminize laf sokmaları, internetten küfürlü mesajlar yollayıp, kendilerini tatmin etmeleri. Üstüne, bir de engeli basmaları… Cidden yoruldum.
Çünkü, bunun ortası yok. Bir şiirimde belirtmiştim; domuzu ya ellemeyeceksin, ya yaralı komayacaksın. Öyle ki, eğer birini yaralarsanız, dönüyor ve sizi öldürüyor, öldürmek zorunda kalıyor. Başka yolu yok yani. Elimi kana da bulamak istemiyorum. Çok zorlanıyorum. Kopar beni diye önünüze atlayan sürekli kafalar… Ya katılaşıp, odanıza ve içinize kapanarak, kimseye bulaşmadan sürdürüp gideceksiniz, ki orada da var olmanızın imkânı yok; ya da, taraf ve taraflar seçip, ortalarda görünüp, iletiler, yazılar, fotoğraflar beğenip, yalakalıklar yapıp, işlerinizi kör topal gördüreceksiniz. Buna kadın oluşluğunuz da eklenince, gelsin tacizler, teklifler, ya sabırlar, duymamaya çalışmalar, görmemeye çalışmalar. Kendini bastırma uğraşları… Kişiliğini yontmaya çalışmalar… Kendinden çıkmalar… Kabalıklar… Teşekkürsüzlükler… Tafralar… Çıkar ilişkileri… Kendi-bakışından sadece kendine bakmalar… Bencillikler… Kendisi yapınca mübahlıklar, ama size aynı şey konusunda yasaklıklar… İnanın, çok çok yoruldum.
Tek bildiğim sözcük ‘‘bilmiyorum’’. Utanç duyuyorum, öfkeliyim, hüzünlüyüm, yoğun bir boşluk halindeyim. İnandığım oranda, tersine de vazgeçiveriyorum. Bu yüzden, ortalama insan ömrü kırk olmalı… Yazmak için de yeter diye düşünüyorum.