Ö.OLGAÇ- İnsanoğlunun var olduğu günden beri, kendini ifade etme ihtiyacı üzerine gelişen, bir var olma mücadelesi olarak da tanımlayabileceğimiz sanat ve tiyatroya can veren bir oyuncu olarak, hayatla ve kendinizle olan hesaplaşma sürecinizde;ruhsal, zihinsel ve sanatsal olarak geldiğiniz noktayı nasıl tanımlarsınız?
H.GERÇEK – Var olmak, kendini kanıtlamak; çocukluktan süregelen bir mücadele benim hayatımda.Yapı olarak,her şeyi çok iyi gözlemleyen ve özümseyen bir çocuktum. O zamanlar farkında değildim; bunu çok yeni algılıyorum. Kenarda çok öne çıkamayan bir çocuk, hatta çok utangaç bir çocuk kendini ifade edebileceği bir yer, bir alan arar. O alan da her zaman sahne oldu benim için.Elbette çocukken sanatın tanımını bilmiyordum; ama zamanla hayat yolculuğuma tiyatro dahil oldu ki ben o yönden çok şanlıyım çünkü lise eğitimimin sonlarında bu yönümü keşfettim.Amatör olarak tiyatro kurslarına giderken,bir tek sahnede çok mutlu ve huzurlu olduğumu fark ettim ve asıl serüven orada başladı.Daha sonra bu yaşadığım süreç, kendi içimde anlayamadığım bazı farklılıkları ortaya çıkarttı. Bunu bir tedavi süreci olarak da tanımlayabilirim. Zaten ben sanatı, bir tedavi biçimi olarak görüyorum;üreten içinde, izleyen içinde. Çünkü en basit tanımıyla hayatınıza hoşgörü katıyor.Hiçbir şey yapmasa dahi başka olasılıklar getiriyor. Başka hayatların olasılıklarını getiriyor ki bu başka olasılıklar, tek bir noktadan bakmadığınız zaman hayatınızdaki bakış noktalarını çoğalttıkça; başka insanlara karşı daha hoşgörülü ve bağışlayıcı olabiliyorsunuz. Zaten bununda sanatın ana başlıklarından biri olduğunu düşünüyorum. Ben bunu keşfettikçe çok başka bir yere geldim,içsel yolculuğumda. Bununla birlikte fiziksel olarak da kendimi sahnede çok rahat hissediyorum.Yaşamımda insanların içindeyken o kadar da rahat olamayan bir adam olarak,sahnedeki o yükselti beni çok mutlu ediyor. Diyorum ya, bu bir didişme; kendini kanıtlama mücadelesi. Ben tek kişilik oyunlara başladığım zaman, çok doğru bir cümle yazılmıştı benimle ilgili. “Hakan Gerçek meydan okuyor.” diye. Gerçekten bir meydan okumaydı bu. Tamamlayamadıklarımı, çocukluğuma dair eksiklerimi, sahnede giderdim ama hiçbir zaman yırtık ve kendini bilmez bir tavırla değil. Kuralına uygun şekilde, o kadar çok çalıştım ki… Elimden geldiğince, sanatın disiplini içerisinde ilerlemeye çabaladım hep. Bence bu; bütünüyle kendini var etme çabasıydı. Başlarda böyle mi baktım? Hayır. Farkında olmadan hocalarımın, ustalarımın sayesinde yavaş yavaş bilinçlendim; ama bir süre sonra tamamen farkındaydım artık. Kuvvetli bir enerjiyle, içimde o bastırılmış olan duyguları bir şekilde açığa çıkarttım. Çünkü ben inanıyorum ki;her insanın içinde şiddet, nefret, sevgi, aşk her şey var. Ne kadarını çıkarabildiğinizle çok alakalı. Oyunculuk da böyle bir şey. Biz oyuncular alıyoruz; her şeyden bir parça biriktiriyoruz. Mesela ben ‘Hamlet’ oynuyorum; ‘Hamlet’de değilim yada ‘Van Gogh’ oynuyorum; ‘Van Gogh’da değilim elbette… ‘Van Gogh’ta, bana çarpan duyguları ortaya çıkarıyorum. O hisleri, o aşkları, o çalışma azmini, ulaşılamayanları, melankolisi adı her ne ise… O yüzden bu meselenin ana özeti; o süreçte kendimi tedavi edebilmiş olabilmem ve hâlâ da devam ediyorum. Bu bir takım başka hastalıklar getirmiyor mu? Elbette getiriyor. Bambaşka şeyler ekliyor insana; ama onlarla da başa çıkmaya çalışıyorsun ve önemli olan ise kısır döngüye dönüştürmeden çözümlemeyi başarabilmek.
Peki, sizin tanımlamanızla çok içe kapanık bir çocukluktan;göz önünde, sözcüklere nefes veren bir adama dönüşme sürecinizdeki kırılma noktaları üzerine de konuşalım istiyorum.
Otobüse binip, içinde dahi yürüyemeyen bir çocuktum.Utanırdım. Sokakta yürürken bir tanıdıkla karşılaşsam, yolumu değiştirirdim. Kaçardım, yüzüm kıpkırmızı olurdu. Şimdi hiçbir röportajda konuşmadığım, ilk defa sana anlatacağım bir yönümü paylaşmak istiyorum. Geçen gün okulda çocuklarla konuşurken keşfettim aslında. Bu soruya direkt karşılık mı bilmiyorum; ama benim sanat hayatımı ve oyuncu kişiliğimi tanımlamak anlamında, çok iyi anlaşılabileceğini düşünüyorum. Tabii ki bu durum hastalık olarak da algılanabilir. Çocukken hep sesler duyardım. Kafamın içinde dolaşan sesler… Belki ben o dönem bunu annem ve babamla paylaşmış olsaydım, büyük olasılıkla beni bir doktora götürebilirlerdi. Gerçekten hastalıklı bir durum fakat ben bununla kendi kendime baş etmeyi öğrendim. Sesler, o fısıltılar çok rahatsız edici derecedeydi; ama ben tiyatroyu keşfettikten sonra yavaş yavaş azalmaya başladılar. Sanat ve oyunculuk üzerine konuşurken, “Hocam, ben bu işi bırakmak istiyorum.” serzenişlerini dinlerken; planlamadan, hiçbir şey düşünmeden, otuz beş sene sonra ağzımdan dökülen bu cümleler; benim iç derinliğimin en büyük ipucuydu sanırım. Aslında onca seneden sonra, keşfettiğim şey şu idi: o bana gülen, fısır fısır arkamdan konuşan sesleri, o insanları aldım; seyirci koltuğuna oturttum ve dedim ki,“Öylemi… ben sizinle baş ederim. Oturun oraya, ben artık sahnedeyim; şimdi bana gülün, şimdi benim arkamdan konuşun, şimdi aranızda fısıldaşın, beni izleyin; çünkü şimdi ben güçlüyüm.”Bence bu hikayenin psikolojik anlamda en önemli saptamasıdır ki bunu otuz beş yıl sonra bu farkındalıkla anlatabiliyorum. Hepimiz mücadele ediyoruz. Hayatla, kendimizle… Alışkanlıklarımızla, zayıflıklarımızla mücadele ediyoruz. Birçok zaafımla sahnede başa çıkabildim. Kendi varlığımı orada kanıtlayabildim diyebilirim.
Hakan Gerçek’in hayattaki dinamikleri,bir oyuncu olarak beslendiği noktalar neler?Ayrıca başkaldırışını, muhalifliğini de merak ediyorum…
İçinde yaşadığım toplum, zaten buna çok uygun bir toplum;ama ben diğer sanatlarla etkileşimlerinde etkili olduğuna inanıyorum. Edebiyat, resim sanatı, müzik,özellikle ritim denen şey, hayatın ritmi, etrafımızdaki insanlar… Ama en önemli dinamik ise kendi içimdeki dinamik… Ben kendimi çok gözlemlemeye çalışıyorum. Hatalarımı, doğrularımı… Çünkü sizin kendinizi tanımanız, sanatınızı daha iyi icra etmenizi sağlıyor. Başkalarını gözlemlemek, hayatı gözlemlemek de elbette ki çok önemli ancak tiyatroda, oyunculukta kendinizi,olaylar karşısında nasıl davrandığınızı, verdiğiniz tepkileri çok net çizebiliyorsanız yada söylenen sözcüklerle, söylenmeyen sözcükleri ayırt edebiliyorsanız; doğru bir yoldasınız demektir.Hayattaki bir diğer dinamiğimde budur: söylediklerimiz yada söylemediklerimiz. Ki söylemediklerimiz, benim hayatımın derinliğinde çok fazla yer alır.Söyleyemediklerimiz, belki yalan söylediklerimiz… Çünkü o zaman hayatın tanımı, daha doğru ve net ortaya çıkıyor. Mesela bir tekstte, bir oyunda birçok şey anlatılır; evet, biz o sözleri söyleriz. Bizim için önemli olan söylenmeyen, alttaki metinlerdir; yazarın yazmadıklarıdır.Sanatım için en önemli dinamiklerden birkaçı ise tabii ki teknik olarak kendimi geliştirmek, vücut disiplini sağlamak, nefes, ses çalışmak vs. ve diğer sanat dalları kuşkusuz.En fazla beslendiğim alan ise kendi içsel gözlemlerim ve içinde yaşadığım toplumun dinamikleri. Gelenek olarak da adlandırabilirim bu dinamiği.Geleneklerle çok fazla çatışıyorum çünkü anlamlı da gelmiyor birçok şey,hayattaki karşılıklarına baktığım zaman. Üstelik bu kadar kabalığa itilmiş,bu kadar ayrıştırılmış bir toplumda, hiç aklım almıyor yaşananları. Tabii ki bu durum beni başka türlü şeyler yapmaya, başka türlü sözler söylemeye de itiyor ama bunlar slogan atmak türünden söylemler değil.Söyleyecek bir sözünüz varsa slogan atmak sevdiğim bir ifade şekli değil. Her şey güzel söylenmeli.
Toplum ve gelenekten söz etmişken devam etmek istiyorum. Sanat tarihini insanlık tarihine yaşıt varsayarsak; başlangıçta barınma, korunma, dinsel öğeler ve doğaya karşı verdiği mücadele ile başladı bu serüven. Tüm bunları resmettiği mağara duvarlarından günümüze kadar uzanan süreçte; kendini bulma, keşfetme, ifade etme ve başkaldırı boyutuna geçen ademoğlunun,yüzyıllar içinde verdiği bu mücadelede geldiği nokta ve kendine yarattığı dünya hakkında ne düşünüyorsunuz?Hem toplumsal, hem sanatsal olarak ne kadar yol katedebildi?
Davranış biçimleri olarak elbette insan gelişti, evrimleşti; ama bence dünya, ilerledikçe çok fazla da kirlendi. 4 yıl önce ‘Savunma’adlı bir oyun oynadım; yüzyıl öncesinin Amerikan adalet sistemini anlatan bir oyun. O tekstti bugün okusanız, bugünün Türkiye’sinin adalet sistemini anlattığını farkedeceksiniz. Dünyada toplumlar tabii ki değişiyor, teknolojik anlamda da çok gelişiyor ama insan çok değişip, dönüşüyor mu? Bunu gerçekten bilmiyorum…Bu eğitimle de çok alakalı aslında; ama bizim gibi toplumlarda,birde buna engel olunuyorsa, çok da geliştiğini düşünemiyor insan. Kaldı ki çok geriye gittiğimizi bile düşünmüyor değilim, birçok konuda.Özellikle insani değerler anlamında söylüyorum. Bu toplum o kadar güzel bir toplum ki aslında… Ben 53 yaşındayım ve bundan kırk sene öncesini hatırlıyorum diyelim; gerçekten başkaydı.Yine bir sürü siyasi meseleler vardı elbette. Türkiye, hiçbir zaman siyasi yönden refaha ermedi; ereceği de yok zaten ama başka bir özelliği vardı. İnsanoğlunun başka özellikleri vardı. Onları da kaybediyoruz ama bunları ne ile değiştirebileceğiz? Bu değerler nasıl geri kazanılacak! İnsan hakları var,ne olursa olsun adalete olan inancımız var. O zaman, ne oluyor? Özgürlüklerin kapısı aralanıyor. Bir takım ilkellikler aşılıyor tabiiki; ama artık içi boş bir siluetten ibaretiz sanki…
Özgürlük demişken,sanatın; ham maddesi olan özgürlük üzerine kurulu bir kavram olması sebebi ile nefes aldığınız bu coğrafyada; işinizi yaparken, üretirkenne kadar özgürsünüz?
Ben kendimi özgür hissetmiyorum ama işimi yaparken, kendi dünyam içerisinde de özgür hissediyorum bir taraftan. Çünkü sahne, bu özgürlükten besleniyor. Ayrıca kendimize koyduğumuz engeller çok arttı. Çünkü gerçekten güvende değiliz.Bir söz söylerken o kadar ayrıştırılmaya çalışılıyor ki… İşte bu sanatın da hoşgörü tarafını yok etmeye başladı. Siz, özgürce bir şey ifade edemediğiniz zaman varlığınızın bir anlamı kalmıyor.Bir şeylere başkaldırmak gerekiyor, muhalefet olmak gerekiyor. Çünkü her şey güzellikte, doğrulukta…Muhalefet de buradan çıkacak. Söylediğim gibi, illaki slogan atmaktan bahsetmiyorum; inandığınız bir takım doğruları söylemekten bahsediyorum. “O öyle değil ama.” demekten,“Bir de şöyle düşünün.” demekten bahsediyorum. Bunu, rahat rahat söyleyemediğiniz zaman yada size ket vurulmaya başlandığı zaman, oyunlarınızda belki daha az seyrediliyor; size olan talep belki azalmaya başlıyor.Asıl büyük yara ise sizin kendinize vurduğunuz ketler. O zaman kendinle başbaşa kalıyorsun ve düşünüyorsun;“Ben ne yapıyorum ya da niye yapamıyorum… Çünkü“korkuyorum” diyorsun. Çünkü “Bana engel olunuyor” diyorsun.Artık hepimiz korkuyoruz. Bence hiç kimse yalan söylemesin. Bir ucundan, benimde başıma bir şey gelirse diye endişe duyuyor insanlar…
Edebiyatla olan ilişkiniz üzerine de konuşalım. Sadece sahneleyeceğiniz oyunlar için metin aramaktan öte; edebiyat ve şiirle olan bağınız nasıl?Ayrıca, Hakan Gerçek ne okur?Okuyacaklarını nasıl seçer?
Zaten yaptığım işin kaynağı şiir.Ama kişisel olarak şiirle olan bağımı tanımlamam gerekirse; aslında orta okul, lise çağlarında çok fazla şiir okuyan bir çocuk değildim. Hatta anlamıyordum okuduğum şiirleri bazen. Yavaş yavaş gelişti içimde şiir merakı. Konservatuar yıllarında farklı bir boyut kazandı ve bu bağ kuvvetlendi.Şimdilerdeki serüven ise sevgili Atilla Birkiye’nin sayesinde oldu aslında. İş sanatta 13 senedir yaptığımız gösteriler var. Her ay bir şair okuması… Gerçekten hiç sesli şiir okumayı sevmezdim; çok anlamlı da bulmazdım birilerine şiir okumayı.Daha doğrusu biraz da sıkılırdım galiba. Başladıktan sonra sevmeye başladım ve devamı da çorap söküğü gibi geldi. Bu maceraların devamında, Cemal Süreya projesi gelişti. Sonunda da adım, şiir okuyan oyuncuya çıktı. Artık nereye gitsem “Şiir okur musunuz?” sorularıyla karşılaşıyorum.Bu durumdan hoşlanıyor muyum? Kesinlikle hayır.Bir oyuncu olarak zor bir performans gerçekleştiriyorum. Şiir,çetrefilli ve çok kuvvetli bir alan. Herkesin kafasında farklı bir karşılığı var şiirin. Eleştiri anlamında kötü cümleler kuranlar da oluyor.“Hiç şiir okumasan çok daha iyi.” diyor; onu da anlıyorum. Bizde bir hamâset var.Şiir okuma mevzusunda da o hamâsete alışmış insanlar.Bu da ortaokuldaki edebiyat hocalarımızın kusurudur; şiir öyle okunur,böyle okunur kalıpları öğretildi bize. Oysa şiir bir anlatımdır. O şiirdeki dünyayı ben nasıl algılıyorsam,öyle aktarıyorum seyirciye.Postacı filmindeydi galiba “Şiir artık okuyanındır.” cümlesi, yazanın değil. O yüzden herkesin kendine göre bir şiir algısı var. Cemal Süreya’nın Üvercinka şiirinin herkeste başka bir karşılığı vardır elbette ama ben, o şiirleri kendimce yorumladım; teknik olarak da, duygu olarak da. Atilla Birkiye ve İş Sanat ekibiyle başlayan bu yolculuk, buraya kadar evrildi. Hatta benden başka bir performans bekleyişindeler; ama yapacağımı da çok düşünmüyorum şimdilik.
Kaç sezon devam etti ‘Üstü Kalsın’ performansınız?
Beş sezon devam ettik.
Üstü Kalsın performansınızın elbette kurgusu var ama sonuçta bir oyun değil. Böyle bir performans sergileme fikri, şiirle çok da bağ kuramamış bir toplumda; anlaşılma, beğenilme ve talep görme açısından risk değil miydi?
Üstelik Cemal Süreya şiirleri… Nazım ya da Orhan Veli’nin şiirleri daha sahneye uygun şiirler; ama Cemal Süreya şiirleri sahneye pek de uygun değildi gerçekten. Ama beni şaşırtan bir şey oldu. Beş senedir birçok yere gittik. Sekiz kere, dokuz kere gelen seyircilerimiz oldu. Gerçekten de dolu dolu geçti bu süreç. Ve bu durum, benim bu topluma olan inancımı o kadar arttırdı ki… Bakın şöyle seyirciler vardı; ilk kez şiir dinleyen,daha sonra mesleğini bırakıp bu işlerle uğraşan insanlar… Kendini sanata, edebiyata adayıp; öyle yaşamaya çalışan insanlar tanıdım. Yine hayatında hiç şiir okumayıp; daha sonra, benden çok kitap deviren insanlar…En azından bir kişiye bile faydanız oluyorsa,bu büyük bir kazanç. Yüz binlere, milyonlara gerek yok belki.İşte bu sanatın gücü,işte bu bizim sahnedeki gücümüz. Bu durum, beni hem çok şaşırttı; hem de çok mutlu etti. Beklediğim bir şey değildi çünkü.Gerçekten ben, okumaktan yoruluyordum bazen. Seyirci,kırk küsur tane Cemal Süreya şiiri dinliyor;konsere gelir gibi geliyorlardı gösteriye. Bu, çok ayrıcalıklı bir durum benim içinde, gelen içinde.O zaman ben kendimi gerçekten özel hissediyorum.
Edebiyat oyunculuğu nasıl besler?Ana malzemesi edebiyat olan tiyatronun, tüm sanat disiplinlerinden beslendiği aşikâr elbette. Peki, bir oyucunun karakter yaratım sürecinde; edebiyatla kurduğu kişisel bağın,oyunculuğunu nasıl etkileyeceği üzerine konuşalım biraz da…
Çok iyi olması gerekli mesela ben öğrencilerime de söylüyorum; öykü okuyun diyorum. Kendinize mizansenler yaratın.Bu yaratının, oyuncuya katkısı yadsınamaz. Duygu ve düşüncelerin nasıl harekete geçeceği eylemlerle çok alakalı çünkü… Ben bir öykü okurken, dikkat ettiğim noktalardan biri de budur. Bu adam; burada nerede durur, nereye gider, nasıl bakar… Bir kere bu, sizi teknik olarak çok geliştirir.Başka hayatlar; dünyanızı,hayal gücünüzü de zenginleştirir bir oyuncu olarak.Türkçe çok güzel bir dil.Sahnedeki ezberinizi de kolaylaştıracak bir şey bu. Kitap okuduğunuz zaman, kelimeler arkasından nelerin geleceğini beyniniz o kadar iyi algılıyor ki zaten teknik olarak yapılması gereken işlerin başında geliyor,okuma eylemi. Hatta ben sesli okumayı sevenlerdenim, çalışmak için. Başka hayatlar, başka insanlar, başka aşklar tanıyorsunuz; bu müthiş bir deneyim. Ben kitap okumayan, öykü okumayan,şiir okumayan bir oyuncuyu kabul etmek istemiyorum. Aksi olduğunda, kötü oyuncu olur mu, olmaz mı?İnan onu bilmiyorum. Çıkar öyle insanlar;okumaktan beslenmese de çok iyi oyuncudur,başka türlü bir yetenektir belki. Ama bildiğim bir şey var ki kişisel olarak da, oyuncu olarak da kendini geliştirmek anlamında, edebiyatın kuşkusuz önemi çok büyüktür ve oyunculuğun can damarlarından biridir diyebilirim.
Yazmanın sizdeki karşılığı nedir?
Aslında biraz yazmaya çalışıyorum; ama yazdıklarımı ben bile adlandıramıyorum. Yazma eyleminin beni çok rahatlattığını da söyleyebilirim. Bu işi de ustalarına, yazarlara bırakmak lazım.
Bir oyuncu olarak,yarattığınız ve hayat verdiğiniz karakterlerin tanrılarından biri olma halinin bir üst boyutunda, kendi tiyatronuzu kurarak; bir nevi kendi dünyanızın tek tanrısı olma haline dönüşme süreciniz üzerine neler söylemek istersiniz?Bunu, biraz daha somutlaştırarak söylemem gerekirse; içinde uzun yıllar yer aldığınız ve bir ekol olan Kenter Tiyatrosundan, Tiyatro Gerçek’in doğuş serüvenine geçme sürecinizden bahsedelim istiyorum.
Tiyatro Gerçek’i kurma sebebim; daha özgür hissetmekti. Belki de gerçekten sevdiğim şey; çok daha rahat ve özgür hissedebilmek. O yüzden hep tek kişilik oyunlar seçmeye yöneliyorum sanırım.Bu noktadan baktığımda, zor bir soru aslında. Çünkü sanat, normal bir şey değil, hastalıklı…Hastalıklı kelimesini olumsuz anlamda kullanmıyorum elbette. Normal olarak adlandırabileceğimiz birinin yapabileceği bir şey değil bence. Her sanatçı özeldir. Başka bir derdi vardır çünkü.Ben, buradan o düsturla yola çıkarak; kendi dünyamın tanrısı olmaya çalışıyorum. Bu anlamda, tanımlaman çok doğru…Bunu yaratmaktan mutsuz muyum? Hiç değilim. Bende söyleyemediklerimin intikamını böyle alıyorum. Normal hayatta söyleyemediklerimi, sahnede dile getiriyorum bir nevi. Özünde bu, çok büyük bir özgürlük aslında… Bir yandan, dediğimiz gibi çok özgür hissedemiyoruz, yaşayamıyoruz ya da söyleyemiyoruz; yeterince özgür olamadığımız düşüncesi hep bizimle.Ama tiyatro yapısı itibari ile özgür bir alan. Benim ‘Van Gogh’ta yada ‘Savunma’ oyununda söylediklerim ancak sahnenin kaldırabileceği bir ağırlıkta. Orası çok büyük bir güç; orası sizin mabediniz. O yüzden doğru olan şu ki,bunu özellikle istedim ve seçtim.Özellikle kendimi, daha da iyi ifade edebilmek için,hikâyemi daha da iyi anlatabilmek için, tek kişilik oyunlara yöneldim diyebilirim. Aslında ben oyun oynamaktan öte, hikâye anlatmak istiyorum ve anlatıyorum. Van Gogh’ta da hikaye anlatıyorum, ‘Savunma’da da, ‘Üstü Kalsın’da da. O sebepten,yaptığım tiyatroyu, eskisinden daha farklı yapmaya çalışıyorum biçim olarak.Ben anlatmak istiyorum,hikaye anlatmak… İşte bu da, benim kendimi çok iyi hissettiğim bir nokta. Zaten sorunun içinde cevabı da var. Evet, ben kendi içimdeki tanrıyı orada buldum; çünkü o, orada çok güçlü…
Tiyatro Gerçek’in meramı nedir? Ne söyler seyircisine?
Tiyatro Gerçek, slogan atmadan söylüyor cümlelerini, yumuşak söylüyor; ama biliyorsunuz ki en sert sözcükler aslında o yumuşaklığın içinde vardır. Tiyatro Gerçek’in isteği; iyi oyuncularla, iyi metinler yaratarak seyircisine ulaşmak. Tiyatroda, oyuncunun çok önemli olduğuna inanıyorum. Tiyatroda oyunculuk, sinemada ise reji diyebilirsiniz.Tiyatroda iyi oyuncu olmadığı sürece istediğiniz kadar iyi reji yapın; başarısız bir son bekler sizi.Çünkü tiyatroda mesele,hikaye anlatmaktır. Çok da derin bir alandır. Tiyatro Gerçek, iyi oyuncular ve projelerle, hayatın bütün bu çekilmezliğini, yükünü, bununla birlikte tüm güzelliklerini, hayata ve insana dair ne varsa aktarabilmek seyircisine. Orada insanların kafasına, yüreğine biraz olsun girebilmek. Koskoca oyundan iki tane cümle alıp gitse; zaten yetiyor. Örnek işte ‘Van Gogh’… ‘Van Gogh’un hayatını izledikten sonra okulu bırakmak isteyen bir resim öğrencisinin, okulu bırakmadığına şahit oldum.Dediler ki “Hocam biz oyunu seyrettik ve vazgeçtik; bırakmıyoruz. Çünkü bir mücadele var ve biz hiç mücadele etmediğimizi anladık.”Bu da her şeyin özeti sanırım.
Toplumdaki sanat algısını düşündüğünüzde; yaptınız işin, söylemek istediklerinizin, seyirciye nasıl ve ne kadarının geçeceğiyle ilgili kaygılarınız var mı?
Elbette var… Seyirci olarak, koskoca İstanbul’da 250 bin civarında seyirci var.O sebepten, düşününce moraliniz bozulabilir; çok az bir sayı bu çünkü.Tabii bunun birçok sebebi var. 250-300 bin kişi bütün oyunları izliyor, bütün konserlere de gidiyor belki;ama şuna inanıyorum:Ben,250 bin artı bir olması için elimden geleni yapmalıyım. Ben iyi oyunlar seçtiğim zaman ve seyirci iyi işler izlediği zaman; artı bir, artı iki, artı yüz gibi sayıları yakalayabileceğimize inanıyorum. Kendi dünyam çerçevesinde, kendi algıladığım kadar iyi oyunlar, iyi hikayeler anlatmaya çalışıyorum. Mesela “Cemal Süreya” okuyorum; o şiirler bir kere okumakla anlaşılabilecek şiirler değil;ama ben bunu yapıyorum. Çünkü sahnede izlerken, yeterince özümsemese de seyirci, merak edecek ve sonrasında okuyacak.‘Van Gogh’ oyunu, hiç anlaşılmaz bir oyun değil, gayet de anlaşılabilir bir oyun aslında. Hatta melankolik bir oyun. Bizim toplumumuzdaki insanlara ve duygusuna da çok yakın; ama burada bir buçuk,iki saatlik bir oyundan belki üç cümle çıkarıp gidecek. Sonrasında o üç cümle,arkasından koca bir dünyanın kapısını arayabilir. Özetle söylemeye çalışırsam eğer; evet,sayı olarak çok az seyirci var ama bunu arttırmakta bizim elimizde. İyi bir tiyatro izleyicisi, sanat izleyicisi yetiştirebilmekle alakalı…Artık ben diyorum ki bu kadar konservatuar açmayın,bu kadar öğrenci yetiştirmeyin.Her bölgede bir konservatuvara gerek yok. Öğrenci yerine seyirci yetiştirin.Seyirci yetiştirmek de sizi idare edenlerin, devletin kültür politikası ile ilgili; ama ben zaten hâlihazırda Türkiye’de bir kültür savaşı verildiğine inanıyorum…
Seyirci profilinizi tanımlamanızı istesem…
Tiyatro Gerçek’in çok değerli ve özel bir seyircisi var.Derinliği farklı bir seyirci profili bu. Evet, genel anlamda insanların tercih edeceği bir tiyatro yapmıyorum; onu biliyorum. Oyunları seçerken, dikkat ettiğim bir nokta da; arka tarafta tarihsel bir durum olması. ‘Savunma’daki hikâyeyi anlatıyorsunuz ve‘Savunma’da 1800 ve 1900 yılların Amerika profili var. ‘Van Gogh’u anlatıyorsunuz ama derinliğinde bir Avrupa ve sanat tarihi var; tarihsel bir gerçeklik. Ben, buna çok özen gösteriyorum. Aslında bir şey öğretiyorsunuz insanlara. O insan geliyor; ‘Van Gogh’un dünyasına giriyor ve o döneme de tanıklık etmiş oluyor. Dönemin toplumu ne ise, karakterlerde ona göre şekil alıyor; tıpkı bugün olduğu gibi… Merak eden, soran, sorgulayan Tiyatro Gerçek seyircisi içinse bu durum, gerçekliği olan bir serüven haline dönüşüyor.
Söylediğiniz gibi, Tiyatro Gerçek’in oyunlarına baktığımızda, genellikle biyografi üzerine. Bu gerçeklik olgusu insanların daha da çok ilgisini çekiyor sanırım.Tarihe baktığımız zaman, olağan dışı hikâyesi ve çarpıcı derinliği olan onlarca karakter varken; Neden ‘Van Gogh’?
H.GERÇEK Neden ‘Van Gogh’?‘Van Gogh’u Müşfik hoca,uzun zaman önce sahneye koyarken; ben asistanlığını yapıyordum. Düşündüm ki o zamanlar, “Ben büyüyünce, bu oyunu sahneye koymalıyım.”Ve yıllar sonra,tek başıma yola almaya başladığımda‘tek kişilik yaşamlar’ dedim; öyle bir düsturla çıktım yola.Gerçek hikâyeler ve biyografiler üzerine düşünürken; Van Gogh’la yollarımız yine kesişti. Ve başladık…İlk olarak, hocama saygı göstergesiydi bu benim adıma. İkinci sebebim ise; Van Gogh’un, kendi portresini en çok yapan ressamlardan biri olması.Dedim ki, “Tamam, ben ne diyorum!Portre…‘Van Gogh’ ne yapmış? Portre…O zaman bu noktadan yol almalıyım.” Burada, resim sanatı gibi yaklaştım meseleye. Her portre, benim birer parçam ama hiç biri tam olarak ben değilim.Böyle başladı bu yolculuk…Tekstti zaten biliyordum; ama çok daha fazla araştırma yaptım.Okudukça, daha da özümsedikçe anladım ki 25’ li yaşlarda hissettirdiğinden, çok farklı hissettirdi 40’lı yaşların sonlarında okumak…
Oynamak da çok etkili değil mi… 8 sezondur Van Gogh sahnede. Son oyununuzdaki ‘Van Gogh’ algınız ve kurduğunuz bağ,ilk oyununuzdakinden eminim farklıdır…
Çok farklı… Oyun, teknik olarak aynı fakat içsel olarak çok gelişiyor.“Ben ne yapmışım!” dediğiniz anlar oluyor.Daha önce ne kadar doğru yapmışım dediğiniz noktaların, aslında ne kadar da yanlış olduğunu farkediyorsunuz. Bu da sanatın dönüşümünü gösteriyor.Zaten ‘Van Gogh’ hikâyesi benim için çok özel bir hikâyedir. Sahnede bir takım portreler çiziyoruz, evet. Dedim ya, ‘Van Gogh’ oynuyorum; ama ‘Van Gogh’ değilim. ‘Van Gogh’un bana çarpan, yüreğime çarpan duygularını ifade edebildiğim kadar, seyirciye aktarmaya çalışıyorum. Zaten yüreğiniz kadar varsanız sahnede, aklınız kadar varsınız. O sebepten diyorum ki her portre benim parçam; ‘Cemal Süreya’ da, ‘Van Gogh’ da, ‘Glarense Darrow’ da… Ama hiç biri tam olarak ben değilim.Onlara ulaşmak çok zor; sanatın gücü de burada saklı zaten. ‘Van Gogh’un süresi çok uzadığı için, belki onun duygularına biraz daha yaklaşmış olabilirim; ama hiçbir zaman tam olamayacak tabii ki…
Tiyatronun teknoloji ile ilişkisi ve aynı zamanda,farklı oyun sahneleme teknikleri deneme ile ilgili düşünceleriniz neler?
Teknoloji, birçok anlamda rahatlatıyor ve teknik anlamda artı bir değer kattığı muhakkak.‘Savunma’ oyunumuzda da teknolojiden faydalandık; ama sahnede, aslolanın oyuncu olduğuna inanıyorum. Bomboş bir sahnede, sadece bir oyuncu ile bile çok daha iyi anlatılabilir tüm hikaye. Çok fazla deneysel sahnelemelere ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum;ama yeni biçimler denemeye, yeni yönetmenlerle çalışmaya elbette ki karşı değilim. Çünkü o zaman ben, kendimi sorgulayacağım, zorlayacağım alanlar bulabilirim. Buna her zaman varım.
Son olarak, yeni projelerinizi sormak istiyorum…
Aslında yeni proje aslında hiç belli değil. Şimdilerde bir de dizi var. Bir taraftan tek kişilik bir oyun sahnelemek istiyorum.Diğer taraftan kalabalık bir kadroyla çalışmak istiyorum.Özel tiyatronun zorlukları var tabii, kalabalık bir kadro ile çalışmak anlamında. Arıyorum, okuyorum çok araştırıyorum…‘İşte bu’ diyebileceğim, gerçekten içime çok sinen bir hikâye ile karşılaşmadım. ‘Van Gogh’a devam ediyoruz;9. Sezona başlayacağız.