Uzun süre hangi konu üstüne yazacağımı düşündüm. Gerek verdiğim sanat eğitimleri, gerek özel çalışmalarım ekseninde yoğunlaşmaya çalışmam, gerekse devreye dış dünyanın girmesi birkaç parçaya bölünmeme yol açtı. Ülkenin ve dünyanın içinden geçtiği süreç, insan ilişkilerinin kırılganlığı ve kimi yerde sahteliği, zihnin uyuşması ya da fazla uyarılması, özgün sanatsal faaliyetlerin daha da fazla aranır olması bende bir dumur hali yarattı. Öyle bir noktaya geldim ki, ne hakikattir, gerçek olan nedir, neyin hakkında nasıl düşünmeliyiz vb. meseleleri çevresinde durağanlıklar, gel-gitler yaşadım.
Sanatın ve özelde yazarlığın/şairliğin yanında dansa da bulaşmam, daha ortalama insanları görmeme, teknik bir amaç uğruna (dans eğitimi) onlarla bir arada bulunmama sebep oldu. Orada da ilginç deneyimler silsilesi yaşadım. Tango, ‘‘bachata’’ ve salsa ağırlıklı öğrenmeye çalıştığım dans, beni kendi varlığımın, ilgi alanımın ve bireysel yeteneğimin dışına çıkardı. Kim olursa olsun, hele Türkiye’de, bir yerin de öğrencisi yazılmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Nitekim, daha önceki yazılarımdan birinde Türkiye’ye ‘‘yarım insanlar ülkesi’’ demiştim. Gitar alınır, bir süre tıngırdatılır; ardından, duvara bir ölü tabutu misali asılırdı. Folklora başlanılır, birkaç hareketten sonra, bu ilgi alanı da unutulurdu. Resim yapılır, bir tuval bitirildikten sonra, fırçalar kenara bırakılıverirdi. İnsanlar çocukluklarından itibaren sadece koşturma, ezber, iş, vergiler, aile ilişkileri, devlet etkisi, tüketici ilişkiler ve tüketici yaşam odaklı yaşarlardı. Şu an da bir şey değişmedi. O çocukların anneleri, babaları durmaksızın çalışıp, ağır vergiler öderlerken, anneanneleri/babaanneleri de külçe kıvamındaki çocuk çantalarını (!) okula taşıyıp geliyorlar. Belki, o minişlerden birkaçıdır ki, enstrüman çalmayı öğreniyor, jimnastiğe gidiyor, tiyatroya katılıyor ve okuldaki tektip eğitim modelinin dışına çıkabiliyor. Yazık ki, çoğu standart döngüyü (yeterince) kıramıyor.
Dolayısıyla, yetişkin insanlar da, hep geç kalmışlık hisleriyle kurstan kursa, etkinlikten etkinliğe katılarak, insandan insana atlayarak, sıkıntılarını atmaya çalışıyorlar. Bunlar kısmen güzel, kısmen çarpık gelişmeler… Lakin, bilinçli insan sayısı ülkede az olduğu için, kim neyi niçin yapıyor ciddi boyutuyla farkında değil. Orada da birden yine Türk olmanın verdiği etkiyle, benzer insan ilişkileri, dertler, tartışmalar, güç savaşları, kadın-erkek etkileşimleri yaşanıyor. Bunları tüm çıplaklığıyla görmek nerede yaşadığınızı size bir daha fark ettirirken, görmezden gelmeye çabalamak, kurnaz/stratejist ve bencil olmaya özenmenize yol açıyor. Bu numaralar sizi bu topraklarda yaşayabilmek adına ayakta tutuyor -sanıyorsunuz, ama ne acıdır ki -acı olan artık uyumlanamamaktır da, o da tam olmuyor.
Velhasıl, siz Türkiye’deki insan potansiyelini anlayamaz hale geliyor, görün-kaç tekniğiyle yeniden sanatın hakiki kanatları altına sığınma ihtiyacı hissediyorsunuz. Sanat ortamında da ilişkiler ağı, gündelik ortamdan farklı olmadığı için, oradaki temsillere uyumlanma çabanız da diğer boyutta başka bir acı çekmenize sebebiyet veriyor. Türkiye’de entelektüelseniz, özgün bir şeyler yapmaya çalışan bir sanatçıysanız, bir de kadınsanız olayların seyri değişiveriyor. Sürekli bir mücadele alanının içinde debeleniyorsunuz. BURADA DAHA NET İFADELER KULLANMAK, ÖRNEKLER VERMEYE ÇALIŞMAK İSTERDİM; FAKAT, KENDİ KENDİMİ SANSÜRLÜYORUM. YAZAMADIKLARIMI TAMAMLAMANIZI DİLERİM.
Kendimi kaba, yüze başka konuşan-arkada başka davranan, ‘‘whatsapp’’ üstünde başka yazışan, yolda başka mimikler takınan, varlığını ispat etmeye çalışan insanların arasında buldukça, hakikati daha da eşelemeye başlıyorum. Orada da karşıma, ya yaz, ya yazma; ya yap, ya yapma; ya sev, ya sevme gibi ikilikler çıktığı için, her klasik Türk gibi, ne rasyonel olabiliyorum, ne duygusal davranabiliyorum. Arada bir yerde dolanıp, kendi kendimin duvarlarına çarpıp duruyorum. Bunun maliyetini tarif edemem.
Türkiye’de evli insanların diğerleriyle gizli ilişkilerini, sevgililerin birbirlerine numara çekmeye çalıştıklarını; herkesin hayatında birileri varken, eski sevgililerini de takip ettiğini, sürekli beğenilme isteğiyle saçma sapan çıkışlar yaptıklarını, dikkat çekmek istediklerini, birbirlerine yağ çektiklerini, aile içi ilişkilerin sertliğini, kaynana- gelin restleşmelerini, erkeklerin cinsel açlıklarını/ zorlayıcı fantezilerini, duygusal yavşaklıklarını, çocukların eksik yetiştirildiklerini, ülkenin borç batağında yüzdüğünü, sanatın giderek gerilediğini, eğitim sisteminin çöktüğünü, sağlık sektörünün özelleştiğini, insan haklarının ihlal edildiğini, herkesin birbirine kolayca vahşileştiğini/ düşman kesildiğini, bencilleştiğini vd. gördükçe kabuğuma çekiliyorum. Odamdan çıkasım gelmiyor. Çok sivrileşmeyeyim, azıcık insan içine karışayım diyorum; bu sefer de, sürekli boşanma, aldatma, iş çevirme, dedikodu, kavga, seks, siyaset minvalli konuşmalara tanık oldukça, riyakâr samimiyetlere denk geldikçe, boşluğa düşmüş gibi hissediyorum. Sosyal olarak fobiler edinmeye başlıyorum. Dışarı çıkayım, kendimi yollara, etkinliklere vurayım diyorum, bu sefer de ne kaliteli ortamlara denk gelebiliyorum, ne de istediğim şekilde hakiki uğraşları, hakiki sanat çalışmalarını görebiliyorum. Özellikle, sanatın benim için bir ayna, bir silah, bir taş olduğu yerde, sürekli sığ, ortalama, benzer çalışmalara rastlamam, beni geriyor. Türkiye’de çoğu alanda sanatın yüzyıl, hatta iki yüz yıl geriden geldiğini görmek, şahsımı üzüyor. Hem bu yapısal çözümsüzlüğe çare bulamıyorum, hem de bulmaya çalışsam kendimi yalnızlaşmış ve yorulmuş hissediyorum. BURADA DAHA NET İFADELER KULLANMAK, ÖRNEKLER VERMEYE ÇALIŞMAK İSTERDİM; FAKAT, KENDİ KENDİMİ SANSÜRLÜYORUM. YAZAMADIKLARIMI TAMAMLAMANIZI DİLERİM.
Benim sanatla ilişkim iki şekilde seyrediyor. Birincisi, herkesin sanatsal algıyı/eğer, öyle bir çakra olsaydı sanatsal çakrasını, üçüncü gözünü açmasını, iyi-kötü bir sanat alılmayıcısı olmasını ya da kendini ifade etmesini arzuluyorum. Türkiye gibi, arada kalmış insanların, gerginliklerin, vicdani hesaplaşmaların, öfkelerin, ikiyüzlülüklerin, kabalıkların, sulandırılmışlıkların karmakarışık yaşandığı bir coğrafyada, yediden yetmişe -özellikle yediler/çocuklar mühim- bir aydınlanma yaşanması gerektiğini düşünüyorum. En azından insanlar bir sergiye gitmenin, iyi resimle hobi için yapılan resim arasındaki farkı bilmenin, bir tiyatro oyunu izlemenin, sinemada sanatsal dokunuşların farkına varabilmeliler, azıcık soyut düşünebilme, dünyaya entegre olabilme yeteneklerini geliştirebilmeliler…
Bu yönde, size eski bir öğrencimden örnek vermek istiyorum ve konuyu Malezyalı şarkıcı Jamilah Abu Bakar’a da getirmek istiyorum. Yıllar önce benden film ve roman analizi, karşılaştırmalı sanat tarihi, bire bir yazarlık dersi alan başörtülü bir öğrencim vardı. Kendisi rengarenk başörtüler takan, takı ve geçici dövme de yapan orta yaşlı, evli, çocuklu birisiydi. Bana bu örtünme biçimine geçmeden önce, gözlerine kadar kara çarşaf giydiğini; hatta, ellerine bile eldiven taktığını belirtmişti. Ardından, onunla, kendisini ifade edeceği biçimde öyküsel bir dosya çalışması bitirdik. (Sansür olaylarını hep kişilerin kendi inisiyatiflerine bırakmak zorunda kalıyorum).
Bu arada, öğrencim başka bir yerde de resim dersleri alıyor ve tuval üstüne yağlı boya çalışıyordu. Bir gün bana çalışmalarından birini getirdi. Çalışmada, kızıl bir gökyüzünün önünde duran beyaz bir kule vardı. Fakat, benim dikkatimi kulenin ucundaki küçük, siyah figür çekti. Aşağı atlamak ister gibiydi. Öğrencime bu figürün bir kadın olup olmadığını sordum. Olduğunu söyledi. Bu kadının niye simsiyah olduğunu, acaba çarşaf mı giydiğini sorduğumdaysa, küçük bir sessizlik oluştu ve ardından, hiç öyle düşünmediğini, ama olabileceğini belirtti. Ben de ardından, sanatın bilinçdışını tetikleyen ve tecrübelerle mütevellit taraflarından bahsederek, her resmine bu çarşaflı olup olmadığı belli belirsiz fark edilen, gölge figürü motif bağlamında koyabileceğinden bahsettim. Yani, bu figür onun üslubuna katkı sağlayacaktı.
Yukarıdaki örneği neden verdim. Çünkü, ben bu toprakların kültürel çatışkılarını bilen ve entelektüel düzeyde onlardan beslenip, onları kıyasıya da eleştiren biri olarak, yine meramımı bu topraklarda yaşayan bir insan üstünden aksettirdim. Nitekim, başörtülü arkadaşların da tiyatrolara alınmaları, resim yapmaları, sadece ebruya/ hat sanatına/ ney üflemeye hapsedilmemeleri, dans etmeleri, futbol oynamaları, felsefeye bulaşmaları konusunda da fikir beyan eden biriyim. Sanat, cinsiyetler, etnik kimlikler, yaşlar, dinler, deneyimler üstü bir çeşitlilikle, kanonunu yaratmalı diye düşünüyorum. Türkiye’de sanat bir çatallanma içinde ağlara bölünmeli, kimi yerde de bu ağlar birbirleriyle iç içe geçmelidir. Geçmek zorundadır. Yoksa, güdük kalıyor. Herkes her şeyin ne olduğunu/ olmadığını zaten biliyor!..
Aynı şekilde, Malezya’da başörtüsüyle Mozart’ın ‘‘Zaide’’ operasından ‘‘Ruhe Sanft Mein Holdes Leben’’ aryasını söyleyen (‘‘Huzur içinde uyu, sevgilim/ Uyu, mutluluğun uyanıncaya kadar’’) Jamilah Abu Bakar’ın etkileyici sesi de, sanatın herkesin ruhunda damıtılabileceğini göstermektedir. Ben opera sevmiyorum ya da daha önce hiç operaya gitmedim diyen insanların operanın iç derinliğine, ‘‘liberetto’’larındaki inceliklere, orada işlenen konuların gerçekliğine (dış faktörlerin acımasızlığı) dikkat etmeleri gerekir ki -oryantalist okumaları bir tarafa bırakırsak- insanın hem muazzam hem de aşağılık bir varlık olabileceği hakikatini kabul edebilsinler. Sanat insanı inceltir, güçlendirir, sağaltır, biler, öfkelendirir, gülümsetir, irkiltir, neşelendirir, heyecanlandırır, meraklandırır, etkiler. Düşündürür. Bakış açısını genişletir. Ve daha sayamadığım nice şey…
Sanatla ilişkimin ikinci boyutunuysa, sanat ortamında aradığım yenilikler oluşturuyor. Gerçek bir sanat yapıtının çağdaş, öncü, geleceği imleyen, özgün ve yeni bir şey söyleyen yanı olmasına dikkat ediyorum. Şüphesiz, sanatlar, akımlar, sanatçılar arasında organik bir bağ var; bir Orhan Veli’yi bir Andy Warhol’dan ayıramıyorum, bir Asaf Halet Çelebi Joseph Beuys kadar önemli, lakin sanatın Türkiye’de artık erkek-egemen söylemi, merkezden köklenen söylemi, yerleşik söylemi, temsilen söylemi de aşması gerektiğine inanarak, artık deneysel, kimi yerde iç referansı bağlamında aşırı ve cüretkâr (bu sözcüğün hem yürekli, hem saygısız gibi çift yönlü bir anlamı bulunduğunu imlersek!) bir yapıya bürünmesi gerektiğine inanıyorum.
Yüzeysel olanın sanatı üstüne daha önce yazdığım bir yazıda, artık bu yüzeysel iletişimlerin, ilişkilerin, etkileşimlerin de sanatı yapılmalı demiştim. İnternetle gerçekleştirilen aldatmalar, söylenen yalanların mesajlarla ortaya çıkması, taciz, ensest, çocuklarla ters ilişki, hayvanlara işkence, porno sektörü, annelerin hem şefkatli hem oyunbaz olmaları, babaların gizli sevgililer edinmeleri/genç kızlara asılmaları, yıkılan kutsallar, dini öğelerin aşırılıkları, kültürel uyumsuzluklar, kişisel bölünmeler, kişilik bozuklukları, devlete karşı kafa tutan yapı sanatta gösterilmeyecek de nerede gösterilecek?! Gündelik yaşam iddialı, renksiz ve sahte; siyaset oynak, faşist ve cehalet dolu… Hayat hızlı ve aynı oranda da dikkat istiyor. Bilimkurgu bizleri olumlu, olumsuz şekilde sarmalıyor. Dünyanın dışında bir yaşam alanının keşfedilip keşfedilmeyeceği tartışılıyor. Peki sanat bunların TAM neresinde duruyor? Peter Shaffer’ın yazdığı ve altı atın gözlerini oyan Alan’ın anlatıldığı ‘‘Küheylan’’ oyununun ritminde yerli bir oyun ne zaman yazılacak? İskandinav ülkeleri bile epik, kanlı filmler çekebilirlerken, bizde Osmanlı daha ne kadar vur patlasın çal oynasın biçiminde tek-boyutlu gösterilecek? Yavuz Turgul ve hep melek kanatlı Şener Şen paradoksu aşılıp, ‘‘Srpski’’ (‘‘Bir Sırp’’) muadili bir film çekme cesaretine sahip yönetmenler nasıl çıkacak? Kara sinema, ‘‘in-yer face’’ (suratına tiyatro) oyunları, protest şiirler, özgün tablolar, boyutlandırılmış heykeller nerelerden, kaliteyle fışkıracak? Feminist sanat sınırları nereye kadar zorlama cesaretine sahip olacak? Kim vajinasından kanlı tampon çıkararak, bunu performansla ve fotoğraf sanatıyla Türkiye’de bütünleştirebilecek? (Bakınız. Judy Chicago)…
Bu ve benzeri fikirler zihnimi sürekli, sürrrrrekliiiii meşgul ediyor. Sanatın neliği, kime göreliği, sınırları, sınırsızlıkları, sanatı/ hangi sanatı kimin alımladığı, alımlayamadığı, alılmayıp da işine gelmiyormuş gibi davrandığı konusunda düşünüyorum. Her gittiğim festivalde, yurt dışından gelen şairlerin birçoğunun performans sanatçı olarak da anıldıklarını ya da Berlin’de katıldığım şiir festivalinde ‘‘freestyle’’ ve ‘‘beat box’’ yapan program sunucularını, şairleri gördüğümde, sanat hakkında bu ülkede, bu beden içinde, bu zihin yapısıyla, bu süreçte gerçekten nasıl düşünmemi bekliyorsunuz? Türkiye’de açık oturum misali, kravatlı, ciddi, erkek ağırlıklı, müsamere tarzı etkinlikleri, festival içeriklerini gördüğümde… Öhö öhö, bir yudum su, mikrofa sesleniyorum ağır ağır, nostaljik, taklitçi, bağırarak, iddialaşarak ya da ölü-lirik…
Mesela, bir kadın sanatçının sözcükleri yapı-bozuma uğratarak post-şiir okumasını nasıl karşılamalıyım? Hatta, okurken dans etmesini, tiyatral hareketler yapmasını? Bu şiir midir, değil midir şimdi? Türkiye’de şiir değilse, İsveç’te nedir? Daha kadın şairlerin giyimleri, dekolteleri konusunda aydın olduğunu iddia eden adamlar bile bu ülkede onlara laf ederlerken, güya şakalar yaparlarken… Nü’nün nesini tartışalım, neyin kime göre nü’sü? Ortadoğu’nun, ülkenin sanatını nasıl şekillendirelim? Ben bu sanatı, gerek öğrencilerime, gerek çevremdeki insanlara, gerek dans eğitimi aldığım mekânlardaki ortalama hayatın içinde debelenen arkadaşlara nasıl açıklayayım? Onlar gibi normale dönmeye çalışırken, onlara benzemeye çabalayıp, saçlarım sarı mı olsaydı acaba ya da biraz daha az mı düşünseydim diye düşünürken (!), yaşama nasıl adapte olayım? Nasıl gerilmeden, delirmeden, zorlanmadan yerimde durayım? Özgün bir resimle iyi bir resmin, iyi bir resimle kötü bir resmin farkını bilmeyenlerin çoğunluğunun gölgesinde… Resim öğretmenleri de buna dahil… Nereye sığınayım?
Türkiye’de sanata ve sanatçıya verilmeyen maddi-manevi değerin… Neresinde, ne kadar durayım? Ne kadar devlet gölgesinde, ne kadar bağımsız ve ne kadar hakiki davranayım?
BURADA DAHA NET İFADELER KULLANMAK, ÖRNEKLER VERMEYE ÇALIŞMAK İSTERDİM; FAKAT, KENDİ KENDİMİ SANSÜRLÜYORUM. YAZAMADIKLARIMI TAMAMLAMANIZI DİLERİM.