OKUYUP YAZMAK ve KÜLKEDİSİ ŞİİR
Dilek Değerli
Şair biriktirendir; anları, görüntüleri, duyguları, bilgiyi, rüyaları, bakışları, sesleri, kokuları… Şairin kendine özgü ıssız ama bitimsiz çayırlarında biriktirdiklerini koyduğu bir de tahta kulübesi vardır. Yaş aldıkça şair, tıka basa dolan kulübesinden bazı şeyleri atar ki yenilerine yer açılsın diye. Antoine de Saint-Exupéry’nin ‘Küçük Prens’ adlı kitabındaki çocuk, fil yutmuş boa yılanı çizer ama herkes onu şapkaya benzetir. Ancak başka bir gezegenden gelmiş Küçük Prens görür boa yılanının içindeki fili. Şiir de çizdiğimiz boa yılanına benzer biraz. Boşluklarını, derinliğini, içine aldıklarını ancak azınlıktaki gerçek okuyucu görür. Boa yılanının gezinirken çıkardığı sesi bile duyabilir o okuyucu. “Bir ozan, yaşadıklarını olduğu gibi, yaşamadıklarını da birer gereç olarak kullanabilir ve diyelim ki bunların çoğunu da yaşamdan değil, şiirlerden öğrenir. Şiirin bu dönemi, biriktirme dönemi diye adlandırılabilir.” der Melih Cevdet Anday (1). Okumaktan beslenmeyen bir şair olduğunu sanmıyorum. “Okumayı öğrenmek sanatIarın en gücüdür, hayatımın seksen yıIını bu işe verdim, yine de kendimden memnun oIduğumu söyIeyemem.” diye yazar WoIfgang Van Goethe. Okumak, kolay bir eylem gibi görünse de film, tiyatro izlemekten, resme, heykele bakmaktan, müzik dinlemekten çok daha zor bir eylem olduğu açıktır. Hele ki şiir okumak. Marguerite Duras’ın deyişiyle; “Çünkü kitap, bilinmez olandır, gecedir, kapalıdır” (2). Okumaya yeni başlayan birisinin hangi kitapları okuyacağına karar vermesi de zordur. Kişi genelde çocukluk yaşlarında ya da gençliğinde yönlendirilmemişse ne bulursa okur ve zamanla kendi rotasını çizmeye başlar. Küçük yaşlarda okuma alışkanlığı edinilmemişse orta yaşlarda en fazla çok satan popüler kitaplar okunabildiği ya da yalnızca uyumayı kolaylaştırması için kitap okunabildiği gözlemlenebilir. “Genellikle okumak yazmaktan önce gelir. Nitekim yazma dürtüsü neredeyse her zaman okumakla alevlenir. Kişiye yazar olma hayali kurduran, okuma ve okuma tutkusudur. Üstelik yazar olduktan çok sonra bile başkalarının yazdığı kitapları okumak –ve sevdiğiniz klasikleri yeniden okumak– kaçınılmaz bir şekilde yazmaktan alıkoyar sizi. Avuntulu, sancılı ama yine de esin veren bir alıkonma.” (3).
Sözcükleri düşlemek, Bachelard’ın da yaptığı gibi okurken, film izlerken daha çok başımıza gelir. Sözcük durdurur bizi, başka anlamlara kapı açar, aynı şekilde bunu bir imge de yapabilir. Okumak, kullandığımız sözcüklere yenilerini katmamızı da sağlar. Sözcükler, gerçekler ve hayaller arasındaki dengeyi sağlamaya çalışan bir ip cambazıdır aslında şair. “Kaçkın olan benim,/ Doğduktan sonra / Beni içime kilitlediler / Ama ben kaçtım./ Ruhum beni arıyor”(4) diyen Pessoa, sanatı evde bırakılmış olan Külkedisi olarak görür. Külkediliğe en yakışanı da şiirdir bence. Evden çıkabilmek için yayıncıya, beğenilmek için okuyucuya gereksinir. Külkedisi kaybolsa da okuyucusu onu imgelerinin ayak sesinden bulur. Son yıllarda Külkedisi evinden pek çıkamıyor, çıksa da birkaç okuyucudan başka sesini duyan yok ne yazık ki. Az çoktur desek de şiirlerimizi ıssız bir adaya düşmüşçesine ağaçlara, hayvanlara, suya ve hayaletlere söylüyor gibi duyumsarız çoğu zaman. “Dil bağlı ve yapayalnızdır kendi ağzında” der ‘Sözcükler’ şiirinde John Berger (5). Şair dille kavga eder, sevişir, birlikte yürür, yıkanır ama gerçekte ikisi de ıssız çayırlarında yalnızdırlar.
Şair ne bulursa okumalı, yalnızca şiir değil deneme, felsefe, mitoloji, roman, öykü, mektup, biyografi, psikoloji, masal, hayvanlar, bitkiler, astronomi, uzaylılar, mimari vb. hakkında yazılan kitapları da. Neden okumalı şair diye sorulabilir? Ralph Waldo Emerson, kitapları yalnızca esin verici olarak görür. Nermi Uygur ise “Edilgin kafaların büyük yanılgısı, kitap okumanın satırlara aynalık ettiğini sanmak. Oysa etkin kafalar için kitap okumak: yazarın yarattığı dünyadan esinlenerek yeni dünyalar yaratmak. Ne mutlu böyle okurlara!” (6) diye yazar. Kitap okumak, zihinsel ve duyusal bir doyum sağlayabildiği gibi yaratıcılığı bir süreliğine tıkanmış şairin yaratım kanallarının açılmasını da sağlayabilir. Başucu kitaplarım vardır, bazen birini alır herhangi bir sayfayı açar okurum, derken diğerini. Verdiği doyumdan başka yazmaya ittiği zamanlar da olmuştur bu okumaların. “Şiir okuma eylemi son derece belirgin olarak şiir yaratma eylemine benzer, şair imgeleri yani şiiri yaratır ve şiir de okuyucuyu imgeselleştirir, şiirselleştirir.”diyor Octavia Paz (7). Bazen bir konuşma, müzik, rüya, resim, sinema, doğa da şairin zihninde başka bir görüntü ya da duyumsamaya götürüp yeni bir metafor oluşturmasına kapı açabilir. Örümcekler, Aborjinler, ufolar, hipnoz teknikleri ya da karıncalar hakkında okumalarımdan öğrendiğim bilgiler gün gelir şiirime girebilirler. Karıncaların hiç uyumadıklarını okuduğumda oluşan bir metaforu şiirde kullandım. Yazarken düşlerine ve rüyalarına da sadık kalmalıdır şair. Gördüğüm rüyalarımdan bazılarını şiirlerimde kullandığım olmuştur Aborjinler gibi konuşmadan, beyin dalgalarıyla söylenmek isteneni anlamayı rüyamda uzaylı biriyle yaşamıştım. Bu deneyimin verdiği duygu şiirime sızdı elbette. Rüyamda denizin içinde su olmayı görmek müthiş bir deneyimdi ve su oldum adlı şiiri bu rüyadan etkilenerek yazdım. Gözlem yaparak elde edemeyeceğimiz durumlar, bilgiler için de okumak önemlidir. Virginia Woolf bazen bir süre Shakespeare okuyup sonra yazmaya başlarmış. Borges okuduklarının yazdıklarından daha önemli olduğunu söyler alçakgönüllülükle ve bunun nedenini şöyle açıklar; “çünkü insan beğendiği şeyi okur ancak yazmak istediği şeyi değil, yazabildiği şeyi yazar.” (8). Kitap okumanın yanı sıra bulutları okumak, ağaçları okumak, böcekleri okumak, suyu okumak gibi doğa okumaları yapmanın da şaire çok şey katacağını düşünüyorum. Marguerite Duras da çevremizdeki her şeyin bir şey yazdığını, sezinlenmesi gerekenin bu olduğunu işaret eder. Duras, duvara konmuş bir karasineğin sekiz dakika can çekişerek ölmesini izler yani sineğin ölürken duvara yazdıklarını okur. (9).
Kristeva her edebiyat yapıtı için sonsuz sayıda okuma ve sonsuz sayıda anlamın varlığını varsayar. Yıllar önce okuduğum kitabı şimdi yeniden okuduğum zaman farklı bir kitap okuyor gibi oluyorum. Çünkü o zamanki benle şimdiki ben arasından çok rüzgârlar esmiş. Bir kitabı her okuyanın her okuyuşunda yeni baştan yazdığı sonucuna varabiliriz. “Gerçekten her okur, kendi kişisel konumuna, duygusal yapısına, düşünsel yetisine göre yaşar bir metni. Bu açıdan bir bakıma, her okur, kendini okur metinde.” (10). Özellikle şiirde her okuyan çok farklı görüntü, duygu, anlam yolculuğuna çıkabilir. Bir şiir kitabım üzerine yazan değerli bir şair, bir dizemde geçen metaforu benim düşündüğümden farklı algılamıştı. Şiirdeki metaforların her okuyanda farklı bir görüntü ve örüntü oluşturması, külkedisinin kırk kanatlı bir kuşa dönüşmesidir belki de. Octavia Paz “Şiiri yaratan şairse eğer, onu yeniden yaratan da insanlardır. Şair ve okur tek bir gerçekliğin iki hareket noktasıdır. Bu gidiş gelişin orta yerinde bir kıvılcım parıldar: Şiir.” diyor (11). Goethe hangi okuyucuyu istediğini sorar kendine ve en bağımsızını; beni, kendini ve dünyayı unutup yalnız kitapta yaşayanı! diye de yanıtlar. Kendini unutturacak bir kitap yazılmış mıdır sorusu geliveriyor insanın aklına. Bu soruya yanıtı Susan Sontag veriyor bir denemesinde; “Bir kitapta kendini kaybetmek denen şey boş bir hayal değil, bağımlılık yapan bir gerçekliktir. Virginia Woolf, “Cennet yorulmadan, kesintisiz yapılan bir okuma olsa gerek diye düşünürüm bazen” der bir mektubunda. Kuşkusuz bu işin cennetle ilişkisi, Virginia Woolf’un dediği gibi, “okuma halinin benliği tamamen ortadan kaldırması”ndadır. Ne yazık ki benliğimizi hiçbir zaman bütünüyle kaybedemeyiz. Ama okuma, bu yere göğe sığmaz coşkunluk, bizi benliksiz hissettirecek denli büyüleyicidir.” (12). Oktay Rifat, şiiri şairin yemişi gibi görür ve “Güzel şiir nasıl yazılır demeden, ben nasılım demeli! Kafası gönlü cılız adamın şiiri de cılız olur. Kafası gönlü ileri adamın şiiri de ileri olur.” der (13). Yaşamının son zamanlarında yeni bir şeyler yazıp yazmadığını soranlara “okuyamıyorum ki” yanıtını veren Melih Cevdet Anday, yazmakla okumak arasındaki yakın ilişkiyi çok iyi anlatır. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın başkalarından etkilenmemek için kitap okumadığını söylemesi şairlerin okumamalarını haklı çıkarmıyor. Bu sığ bir gerekçeden başka bir şey değil. Başka yazarların, şairlerin kitaplarını okumuyor, okumaya ilgi duymuyorsanız başkaları sizin kitaplarınızı niye okusun? Dolayısıyla niye kitap yayınlatıyorsunuz? Şiir yazmanın birincil nedeni elbette okunması değildir ama şiir kitabı bastırıldığında amaç kitabın okunmasıdır. Cocteau der ki; “Bir ozan ilkin okunmaz. Sonra yanlış okunur. Daha sonra soy yapıtlar arasına girer, soy yapıtlarıysa okumamak bir alışkanlıktır.” (14). Bachelard kitap düşkünlüğünü ütopik bir anlatımla betimler; “Şiir için yaşayanın her şeyi okuması gerekir.(…) Yeni kitaplar ne çok fayda sağlar bize! Hayallerin tazeliğini anlatan kitaplar, gökyüzünden çuvalla yağsa keşke. Doğal bir istektir bu. Basit bir mucizedir. Yukarılarda, gökkubbede cennet dedikleri şey, uçsuz bucaksız bir kitaplık değil midir zaten?” (15). Şair, diğer şairlerin yazdıklarını okumuyorsa yazdığı dizeyi, imgeyi, metaforu kendinden önce başka bir şairin yazıp yazmadığını da bilemez. Yalnızca bu nedenle bile başkalarından çalan (intihal sözcüğünü özellikle kullanmıyorum) durumuna düşmemek için bile diğer şairlerin kitaplarını okumak zorundadır. Her basılan kitabı okumak olanaksız elbette. Şair kitap seçimleriyle de kendi çayırlarını yeşertmesini bilmelidir. Kitaplar üzerine yazılmış en ilginç kitaplardan biri Ray Bradbury’un Fahrenheit 451’idir. Filmi de çekilmiştir. Kitaptaki en etkili sahne, kitapların yakıldığı, yasaklandığı bir ülkede, ormana kaçan entelektüel insanların her birinin bir kitabı ezberleyip kitap olmaları, okunmak istenildikleri zaman seslendirmeleridir. Ben hangi kitap olmak isterdim diye düşündüm de ezberim kötü olduğu için ince bir şiir kitabı olabilirdim herhalde. Kitaplarla ilgili aklıma gelen bir kitap da Carlos María Domínguez’in Kağıt Evi. Romandaki kitap tutkunu der ki; “Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur.(…) Sadece çok uzak bir gelecekte bana faydası olacak kitapları, genel okuma çizgimin dışında kalanları ve bir kez okuyup da bir daha yıllar boyu, belki de hiçbir zaman kapağını bile açmayacaklarımı neden evde tuttuğumu defalarca sordum kendime.” (16). Okumaya düşkün birçoğumuzun sorduğu bir sorudur bu. Okuduğumuz kitaplar yanında okumadıklarımızla da birlikte yaşamayı seviyoruz. Ama bu kitap tutkunu sonunda kitaplarını tuğla gibi koydurup sıvatmış, kendine kâğıt bir ev oluşturmuştur ve yazın sıcağından, kışın soğuğundan onu koruyarak hala kitapların arkadaşlık ettiğini düşünür. Hiç sevemediğim bazı şiir kitaplarını atamasam da kitaplığımdan uzaklaştırmaya çalışıyorum son yıllarda. Diğer şiir kitaplarının yanında dururlarsa onlara hakaret gibi olacağını düşünüyorum nedense. Kâğıt Ev’deki kitap tutkunu da eski kitaplığına birbirleriyle kavgalı yazarların kitaplarını yan yana koymuyordu hatta 19.yy. yazarlarının kitaplarını mum ışığında okuyordu.
“Okuyan biri rastgele simgeleri, basılı harfleri içsel, mahrem bir gerçekliğe tercüme ederek kitabı yapar, onu anlamlandırır. Okumak bir edimdir, yaratıcı bir edim. Seyretmekse görece edilgendir. Film izleyen bir seyirci filmi yapmaz. Film izlemek onun içine çekilmek –ona katılmak- onun bir parçası haline gelmek demektir. Filme gömülmek demektir. Okurlar kitapları yiyip yutar. Filmler de seyircileri yutar” (17) diyen Ursula K. Le Guin’e kısmen katılsam da bazı filmlerin de insana yazma ivmesi verdiği yadsınamaz. Tarkovski, Michelangelo Antonioni, David Lynch, Reha Erdem’in bazı filmleriyle etkileşimlerim dizelerime sızmışlardır.
Okumakla ilgili toplumumuzda görülen ilginç durumları sıralar Tomris Uyar, 1981 yılında; “Okurluk bilincinden yoksun eğitimli bir okumasız-yazmasızlar kalabalığıyla kendi yapıtından başka her şeyi yadsıyan, yazma emeğine saygı göstermeyen bir okumasız-yazar tipi.” (18) Otuz altı yıldır pek bir şey değişmediğini görüyoruz günümüz toplumuna baktığımızda. Ütopik olacak belki ama şairlerin okur-şair olmalarını ve okuyucunun da, şairin de külkedisi şiirin peşine düşüp bulmasının düşünü kuruyorum.
Kaynaklar:
(1) Melih Cevdet Anday, Şiirin Vazgeçilmez Üç Dönemi, Deneme.
(2) Marguerite Duras, Yazmak, Çev. Aykut Derman, Can Yay. 1999, s.28
(3) Susan Sontag, Yaz, Oku,Yeniden Yaz, Deneme.
(4) Azad Ziya Eren, Uykudan Uzak, Papirüs Yay. 2013, s.42,
(5) John Berger,Gökyüzü Mavi ve Siyah, Çev.Cevat Çapan, Ayrıntı Yay. 2014, s.32
(6) Nermi Uygur, Tadı Damağımda, YKY, 1999, s.54
(7) Octavia Paz, Yay ve Lir, Çev Ömer Saruhanlıoğlu, Era Yay. 1995, s.25
(8) Borges, Şu Şiir İşçiliği, Çev. Mukadder Erkan, De Ki Yayınları, 2007
(9) Marguerite Duras, a.g.y. s.41
(10) Akşit Göktürk, Okuma Uğraşı, YKY, 2016, s.125-126
(11) Octavia Paz, a.g.y , s.38
(12) Susan Sontag, Yaz, Oku, Yeniden, Deneme.
(13) Oktay Rifat, Şiir Konuşması, YKY, 2009, s. 62
(14) Oktay Akbal, Önce Şiir Vardı, Adam Yay.1982, s.40
(15) Gaston Bachelard, Düşlemenin Poetikası, Çev. Alp Tümertekin, İthaki Yay. 2012, s.29-30
(16) Kâğıt Ev, Carlos María Domínguez, Çev. Seda Ersavcı, Jaguar Yay. 2017, s.20
(17) Ursula K. Le Guin, Zihinde Bir Dalga, Çev. Tuncay Birkan, Müge Gürsoy Sökmen, Özge Çelik, Özde Duygu Gürkan, Savaş Kılıç, Metis, 2017, s.259
(18) Tomris Uyar, Milliyet Sanat, sayı 27, 1 Temmuz, 1981