Ancak… İsrail’de Nasıra’da (Nazareth) Nissan-Maghar Şiir festivali (2009), Almanya’da Frankfurt Kitap Fuarı (2008), Fransa, Paris’te Kitap Fuarı (2010) dolayısıyla çeşitli şiir sempozyumlarında birlikte bulunduk. Hatta İzmir Kitap Fuarı’na ilk, 4 metrekarelik daracık bir stant ile iki kardeş yayınevi olarak birlikte katılmıştık. Oldukça şaşırtıcı, ders alınacak deneyimler edindik bu ortak stant olayında. Yan yana iki sandalyede birlikte oturmuş, bir haftayı sohbet ederek geçirmiş, uzun saatler sohbet etmiştik. İzmir’e aynı otobüsle gitmiş, birlikte geri dönmüştük. İzmirli şair arkadaşlarımızın dayanışma diye bir düşüncelerinin olmadığını, çok az kitap okuduklarını o tarihte açık bir biçimde anlamıştık. Enver bunu şehrin iklimiyle, çok bol şiir etkinliğinin olmasına bağlıyordu. Bir de şehrin renkli eğlence hayatının insanı derinleşmekten alıkoyduğuna. Yani şairler sürekli etkinliklerde zaman geçirince kendilerini geliştirecek okuma yapamadıklarını, poetikaları üzerine düşünemediklerini belirtiyordu Enver. Bir de İzmir’de şiir okuyan herkesin aynı zamanda şiir yazdığına da tanık olmuştuk. Gerçekten de İzmir’de herkes şairdi, şiir atölyeleri müdavimlerini şiir okumaya değil yazmaya yönlendiriyordu. Bu konular en çok üstünde durduğumuz konular olacaktı. Ve TUYAP Kitap günleri dostça sohbet etmemiz, fikir alışverişinde bulunmamız, ortak yapacağımız işleri konuşacağımız elverişli bir mekândı. Hepsi de oldukça renkli ve farklı tatlarda geçmişti. Kültürlerarası Çeviri ve Şiir Akademisi için düşüncesini de bana ilk bu fuarların birinde açmıştı örneğin.
Enver renkli kişiliği, canlı konuşmaları ve zeki nükteleriyle bulunduğumuz ortamı neşelendiriyor, etkinliğe bir türlü dinamizm katıyordu. Şiir konusunda yapılacak konuşmaların can sıkıntısına yol açacağı tecrübeyle öğrenilmişti. En doğrusu herkesin kendisini anlatmasına olanak sağlayan bir ortamı sağlamaktı ve Enver bunun olmasında ustalıkla elinden geleni yapıyordu.
Nasıra şehrindeki festival için Golan Tepelerinin hemen dibindeki turistik Teberya Gölü kenarındaki Teberya Şehrinde butik bir otelde kalıyorduk. Otel sahibi festival görevlisiydi aynı zamanda. Golan Tepeleri’ni gezerken olsun, festival süresinde olsun, dengeli davranışlarıyla dikkati çekmişti ancak yabancı dil engeli vardı. Naim “Enver kursa gitsin, parasını biz öderiz” diye şaka bile yapmıştı. Golan Tepelerini gezerken dikkatimizi Arapların elindeki yerlerin çöl, Yahudilerin işgal toprakları da dâhil ellerindeki yerlerin bayındır ve yemyeşil olması dikkatimizi çekmişti. “Mümkün olsa da bütün çölleri bunlara verip sonra geri alsak” demiştik ama elbette ki bu sadece bir kara mizah idi.
Almanya’da birlikte olamadık pek, Enver birçok Türk şairiyle şehir dışındaki başka bir otelde kalıyordu, buradaki sıkıntılardan söz açmıştı bana hatırladığım kadarıyla. Bir de “free beer” yazısını görünce bazı şair arkadaşlarımızın sabahtan akşama bira içme olayını anlatmıştı ki hakikaten yaşanmış oldukça komik bir olaydı. “Müdahale edilmeseydi” dedi Enver, “Almanya’da bira kalmazdı.” Lale Müldür’ün herkesi çağırıp “arkadaşlar free bira içiyorlar” diye kahkaha atarak yaptığı nükte ise olayın doruk noktasıydı.
Paris’te merkezden hayli uzak kitap fuarına birlikte gitmiş, birlikte fuarı gezmiş, can sıkıntısı galebe çalınca etrafta birlikte dolaşmaya çıkmıştık. Girdiğimiz bir kadın mağazasında fiyatların yüksekliğini görünce ben, “çıkalım Enver, pezevengiler fahiş fiyatlarla bizi gagalayacaklar” deyince sözcüğü bir kaç defa daha kullandık; bunun üstüne kasadaki genç kadın bana dönerek “bu kelimeyi tanıyorum, anlamı çok kötü, kime dediniz?” diye sormuştu. Konuşmayı anlamıştı Enver tek kelime Fransızca bilmemesine karşın. Ben bu sözcüğü fiyatlar için kullandığımı söyledim. Pek inandırıcı bulmasa da “siz herhalde Yunansınız?” diye sormuştu. Ben de Türk olduğumuzu söyledim. Kelimenin Türkçe değil Yunanca olduğu konusunda benimle tartışmaya başladı görevli kadın. Ben de Türkçe’den Yunancaya geçtiğini, sözcüğün aslında Farsça’dan ya da Ermenice’den geldiğini anlatınca tartışma büyümüş, benim neden kullandığım konusunda ısrarcı olmuştu. Enver, “hadi uzatma Metin, etimologluk yapmanın sırası değil, kadın çetin ceviz çıktı.” diyerek kapıya yöneldi. Fuara yöneldik, zira benim sempozyum saatim yaklaşmıştı. Bu olayı gün boyunca rastladığımız herkese biraz da renklendirerek anlatacak, zaman öldürecektik.
Benim Paris’e gelmemle Fransız yazar ve şair arkadaşların katılımı da çoğaldı, Gérard Augustin, Michel Cassir, Francis Combes, Jean Pierre Crespel bizleri yalnız bırakmıyordu. Nefis bir restoranda bir gece boyunca süren yemekte Ataol Behramoğlu ile “Dostoyevski mi, Tolstoy mu büyük” diye tartışmıştık. Tartışma gerçekten ilginçti ve Enver Ercan, Lübnan kökenli şair Michel Cassir, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mine Kırıkkanat, Kültür Bakanlığı görevlisi arkadaşlar, pürdikkat bizi dinliyor ve görüşleriyle tartışmaya müdahil oluyorlardı. Tartışma ancak Tolstoyevski diye iki yazarı bir kelimede birleştirince bitivermişti. Ataol Behramoğlu hoş sohbet biri, nüktedan, zamanı değerli geçirmesini bilen bir abimiz. Ancak yanındaki gençlerden hep üstün olduğuna kendisini inandırmış ve karşıdakinin de böyle olduğuna inanmasını bekleyen, tuhaftır, bunu da bir tür hak olarak gören Ataol Behramoğlu, bu buluş sonunda ikna olmuştu. Enver Ercan restorandan çıktıktan sonra benimle yürümüş, tartışmanın güzel ama gereksiz uzadığını söylemişti. Haklıydı, Ataol Behramoğlu Tolstoy’a toz kondurmuyordu, ben de haklıydım. Tolstoy büyüktü ama Dostoyevski daha derindi.
Enver olaylarda hep ölçülü davranırdı, denge adamıydı, ataktı, sağlam adım atardı. Başarabileceği şey için hiçbir şeyden sakınmadan işe koyulurdu. Bazı arkadaşları onun vazgeçilmez birlikler kurduğu dostlarıydı, sanırım onlarla da hep istişare içinde bu işleri yapardı. Bir iş yaptığı zaman nasıl dikkatin üstüne çekileceği konusunda pratik çözümler bulurdu. Sendika’nın 1 Mayıs etkinliklerinde Türk Edebiyatı’nın ustalarının adlarının ve resimlerinin olduğu gömlekleri giyip Taksimde gezmemiz ve bildiri dağıtmamız Enver’in düşüncesiydi örneğin. Benim Osman Hakan A., Yavuz Özdem, Ali Günvar ve İrfan Çiftçi ile kurduğum Savaşa Karşı Şairler Komitesi de her zamanki desteği gördü Enver Ercan’dan, yalnızca bildiri ile yetinmememiz, farklı etkinlikler yapmamızı önermiş ve bunların gerçekleşmesinde oldukça yardımı dokunmuştu. Sivas Katliamı’nı protesto etmek için kurduğumuz komiteyi de desteklemiş, dergilerden para toplanıp bir kitap yayımlanması konusunda kendi üzerine düşeni yapmıştı. Komitede yoktu ama komite üyesi gibi sorumluluk yükleniyordu. Böyle bir insandı Enver.
Anılarıyla, katkılarıyla hep aramızda olacaktır.
NESLİHAN SU AYDIN
Enver Ercan ile ilgili burada çok şey yazılır, çok anı anlatılır. Ben bir anımı anlatmayacağım, ben Enver Ercan’ın bir genç kızın hayatına nasıl dokunduğundan bahsedeceğim. Bir kızın “sonrasını” anlatacağım.
Şiirlerinden tanıdığım Enver Ercan’ın yanına giderken aklımdan geçen ilk şey “Ben ne yapacağım?” sorusu oldu. Çünkü daha önce ne bir yerde çalışmıştım ne de çalışmayı düşünmüştüm. Tecrübem eksik değil, yoktu. Beni kabul etti Yasakmeyve’ye. “Enver Bey, güzel kızları işe alır.” denirdi hep. Orada da bu espriyi yaptı. “Güzel olmasan almazdım seni işe” dedi. Orada geçirdiğim bir yıla yakın sürede, Enver Bey, hiçbir şey bilmeyen o genç kızdan, daha atik, daha kendinden emin bir genç kız yarattı. O kızı, hedefine daha da yaklaştırdı.
Üniversiteye yeni başlamıştım. Enver Bey bana güvendi. Benim kendimde göremediğim şeyleri, bana gösterdi. “Senin bir guston var, aferin, güveniyorum sana.” derdi. Onun sayesinde keşfettim çoğu şeyi, çok şey gördüm, çok şey öğretti bana. Hocam oldu. “Enver Ercan’ın yanında işe başlamak uğurdur.” demişlerdi bana. Evet, o uğuru hep hissediyorum. Enver Bey’i tanıdığım için de çok şanslıyım.
Enver Ercan, “doktor bey dedim/ben bu dünyadan/ hafif adımlarla/ve gülümseyerek/geçip gitmek isterim” dedi. Hafif adımlarla gitti ve umarım gülümseyerek gitmiştir. Bu yazdıklarımı keşke ardından yazmasaydım. Rahat uyu Enver Ercan, Enver hocam, Enver Bey, senin hiç bırakmadığın gençler, seni daima yaşatacak.
NESLİHAN CELBİŞER
Hayat, bazen sizi dönüp dolaşıp aynı yere getiriyor. Bir manası varmış demek ki… Enver Ercan’ı üniversite sınavına hazırlanırken tanıdım, onu tanıttım derste. Tabii, bundan onun haberi yoktu… Sonra benim için birçok şeyin başlangıcı olan İstanbul ve üniversite macerası başladı. Yıl 2015, tesadüf eseri elime geçen “Yasakmeyve” kitapları ve sosyal medyada gördüğüm “stajyer” ilanı sonrası kendimi “Yasakmeyve”de buldum. Ne zaman geleyim? diye sormama kalmadan, işin yoksa kal, dedi Enver Ercan. Birkaç ay devam ettikten sonra “Yasakmeyve”ye gitmeyi bıraktım, sonra yeniden işte buradaydım. İlk zamanlardaki o ürkekliğim yoktu. O yuvarlak masanın başında “Abla durumlar nasıl?” diye soruşu hâlâ kulaklarımda… Her gün bıkmadan aynı soruyu soruyordu, bende durumlar aynıydı… Ardından da bir espri patlatırdı. Patronluk taslamazdı Enver Ercan, her işini kendi yapardı. Bizlere iş buyurmazdı. Daha çok yönelttiği sorular: “Bugün ne yiyeceğiz?” ya da “Meyve var mı?” cinsinden sorulardı. Yemek yemeği severdi. Bir tost olsa Enver Ercan yerdi mesela… Bir gün dergide yalnız kaldığım birkaç saatin sonunda Enver Ercan’ın “milli oldun artık” deyişini hiç unutamam. “Yasakmeyve”yle beraber bir yolcuğa çıktım, okula başladığım yıl, arada gemiyi terk ettiğim de oldu ve şimdi gemi devrildi, yol da bitiyor… Her şey için teşekkürler Yasakmeyve. Teşekkürler Enver Ercan, rahat uyu… Dönüp dolaşıp yine aynı yere gelir miyiz ha, ne dersin?
MAHİR KARAYAZI
Enver Abi’nin ardından…
Yirmi bir yaşımın ikinci günü. Sonradan yaşam biçimime dönüşecek olan şiir yazılı çokça sayfa (onlar şiir miydi bilmiyorum?) dolu bir çantayla, çalıştığım yere iki yüz metre mesafedeki Varlık’ın kapısındayım. Soğuk, heyecanlıyım, bir ürperti ve titreme yokluyor Cağaloğlu Yokuşu ile Pierre Loti arasını yürürken bedenimi. Çaldım kapıyı, açan kişiye “Şiirlerim vardı da, o yüzden geldim.” diyebildim. İçeri, birazdan yapacağı konuşmayla hayatımı olduğu gibi altüst edecek kişinin odasına doğru yürüdüm. Girdim, girerken az önce kapıda söylediğim şeyleri ancak söyleyebildim, heyecanım ancak buna yetti. Beni buyur eden, akşamüstleri, iş çıkışında çalıştığım dükkânın önünden aşağı doğru yürüyen, ara ara gördüğüm, göz aşinalığım olan kişiydi. “En iyilerinden üçünü ver.” dedi. Ben de küstahça “Hepsi iyi herhangi biri olabilir.” diye uzattım. Aldı, okudu. İşten aldığım izin süresini geçecek kadar konuştu, anlattı bana. Kitap isimleri, şair isimleri… Hepsini not aldım. Ama beklediğim tek bir söylem var, “Bunlar şiir.” diyecek ben daha çok asılacağım, “Bunlar şiir değil.” diyecek, bırakıp, işime gücüme döneceğim. İkisini de demedi. İşten aldığım izin süresinin de dolmuş olmasının bende yarattığı gergin hâl de bu soruyu sorma isteğini iyice körükledi ve sordum. O da o her zaman kullandığı ‘kardeş’ nidasını da ekleyerek, “Bak kardeş, bunlara şiir derim sana yanlış olur, değil derim şiire yanlış olur.” dedi ve ayrıldım.
O günden sonra sürekli (denk geldikçe), çalıştığım dükkânın orada bazen kapıda, bazen içeri girerek, beni yazıyla, yazmamla ilgili teşvik etti, sordu. Sonra Cağaloğlu’nda Yasakmeyve’nin ilk açıldığı yere gidip-gelir oldum. Daha sonra Yasakmeyve Kadıköy’e taşındığında bu dostluk, ahbaplık, abiliği daha da arttı. Bir süre de fiilen yanında çalıştım, pazartesi günleri açıyordum bir dönem Yasakmeyve’yi.
“Mahir, neredesin? Kadıköy’e gelince haber ver, bi işimiz var” diye arardı, hep gittim. Kâh dergi taşıdık, kâh paket yaptık, kâh kendi özel işleri ile ilgili bir yerlere gittik.
Yaptığımız bir etkinlikte, etkinlik sırasında saldıran bulunduğumuz mahallenin bıçkın delikanlılarına karşı durup, kulağıma eğilip “Kavga çıkacak hazır ol.” dediğinde,
“Gel, depoyu toplayalım.” dediğinde; hastalığını öğrendiği gün, o cumartesi günü (başka hiçbir zaman cumartesi günü dergiye çağırmadı, çağırmazdı, şaşırarak gitmiştim.) akşam saatlerinde Yasakmeyve’ye çağırıp, söylediğinde, o cümleden sonra hiçbir şey diyemeyip, bir süre öylece durup, sonra çıt çıkarmadan saatlerce koli yapıp, depoyu düzelttiğimizde; bazı ben işe giderken, her denk geldiğimizde Yeldeğirmeni’ndeki kahvenin önünde çayını yudumlarken “Gel, bi çay iç, öyle gidersin.” dediğinde gittim…
Yaptığımız tüm sohbetlerinle, öğütlerinle, fıkralarınla, esprilerine, abiliğinle, Yeldeğirmeni’yle, şiirde ben gibi birçok insanın hayatına bir deniz feneri gibi yol göstericiliğinle, en çok da “Mahir neredesin, Kadıköy’e gelince haber ver.” deyişinle hatırlayacağım.
Kadıköy’deyim Enver Abi, gelince haber vereceğim…
ERKUT TOKMAN
Ne hazin ki Enver Ercan’ı geçen ay kaybettik. Edebiyatımızdan bir değer daha fiziksel dünyaya veda ederek gökyüzündeki yıldızların arasına karıştı. Geceleri artık gökyüzünde O’na bakabileceğimiz bir yıldızımız daha var…
Edebiyatın, şiirin, sanatın, insan ruhunu, zekâsını ve kişiliğini iyiden yana dönüştürmesindeki ve dolayısıyla toplumu da değiştirebilme gücündeki etkin rolünün şekillenmesinde; bunun yanında Cumhuriyet ve Atatürk’ün devrimimizin temellerine yerleştirdiği Kültürün çağdaş bir şekilde yapılanmasında, sanatsal mirasımızın düşünsel arketipleri olarak görebileceğimiz, Cumhuriyetin kuşakları boyunca etkilerini ve varlığını sürdüren, yaşayan ya da yaşamayan kültür adamlarımızın önemi büyüktür. Enver Ercan da bu insanlardan birisiydi. Varlık’ta Yaşar Nabi Nayır’ın bıraktığı yazınsal mirasımızın bir dönemki arşivinin, geçmiş ve güncel edebiyatımızın yaşayan belleğinin şekillendirilmesinde başrol oynadı; bunu uzun yıllar devam ettirerek bir geleneğin mirasını bugünlere kadar taşıdı. Bu isimler kuşaklardan kuşaklara aktarılan bir meşalenin yaşam koşucuları gibidir ve zamanları geldiğinde onu hep başkalarına devir etmişlerdir…
Enver Ercan farklı yönleriyle Edebiyatımıza pek çok anlamlı ve değerli hizmetler vermişti: Şair kimliğiyle olsun, yayıncılığıyla olsun, dergiciliğiyle olsun… Kendisiyle son beş yılda yakın çalışma olanağı yakaladığım için kendimi şanslı hissediyorum. Bu son yıllarında, mesafeli ama anlamı derinde, inceliklerle örülü bir dostluğun, bir abi kardeş hatta bazen bir baba oğul ilişkisinin anlarını çağrıştıracak pek çok hayat karesinin fotoğrafları çekilmişti aramızda. Kendisini yakından tanımadan önce, onu dışardan gözlemlediğim otoriter, karizmatik, heybetli bir duruşu vardı. Tavırları insanın kafasında hep bir önem, ciddiyet ve dikkat havası uyandırıyordu. Ama onu yakından tanımaya başladığımda bu tavrın babacan, prensipli, çalışkan, esprili, kararlı, ne yaptığını bilen bir disiplinle örüldüğünü ve bunun “biz işimize bakalım” sözüyle altının çizildiğini anladım ve gördüm. Seçkin bir görüntünün, hatta öyle görünmenin ve yaşamanın verdiği hazzın yanında onun çokça bu Halktan yana olan, Halk adamı ünvanını hak eden bir yanı da vardı. Kahvelerde vakit geçirmeyi, insanlarla sohbet etmeyi, mahalle kültürünü iyi tanımıştı ve severdi. Yeldeğirmeni’ndeki evi ve çevresi bu yönünü hayata geçirdiği son deney alanıydı. Edebiyatçı olmayan halktan dostları vardı. Bütün bu halkçı yönü, merhamet duyan, zayıfı, fakiri kollayan bir yardımseverlik erdemiyle de örülmüştür Enver Ercan’da. Buna pek çok kez tanık oldum. Bazen beni alıp Yeldeğirmeni’nin arka sokaklarında gezdirip, kahvehanelerine götürdüğüne, hayatının o diğer yönünün penceresini bana açtığına tanıklık ettim. Yasakmeyve-Komşu yayınlarının ofisinde son yıllarda mümkün olan ve sağlığının el verdiği her fırsatta görüştük. Bu görüşmelerde kimi zaman Yasakmeyve dergisinin içeriğiyle ilgili konuları-son bir, bir buçuk yıldır da dergide editör olarak çalışmaya başlamıştım.- ; çok önem verdiği Kültürlerarası Şiir ve Çeviri Akademi’sinin geleceği ve bugünü için yapabileceğimiz hususları; edebiyat dünyası ve kitapları konuşurduk. Ondan bu kısa süre zarfında çok şey öğrendim. Görüşlerinde çok net bir insandı. Düşünceleri tereddüt içermezdi. Çoğu deneyimle kazanılmış, hayattan gelmiş, doğru ya da yanlış bu toplumun gerçeklerinden filizlenmişti. Bana Yasakmeyve’nin ve Varlık’ın kapılarını daha ilk resmi buluşmamızdan itibaren yavaş yavaş aralamış, yanında yetişen pek çok insanı örnek vererek benim de onların arasına katılmamı önermişti: Yaptığım işleri takip ettiği ve olumlu izlenimleri olduğu belliydi. Bu tabi ki beni daha ilk andan çok mutlu etmiş ve onurlandırmıştır. Bu kendi çapındaki mütevazı okulu, Enver hocamı, o günden sonra pür dikkat dinlemeye özen gösterdim; farklı düşündüğümüz konular, noktalar hep olmuştur ama bu uyumlu çalışmamızı hiç engellemedi çünkü hep sonunda ortak bir sınırda buluştuk. İlişkileri iyi iki komşu ülke gibiydik; dolayısıyla sınırlarımız seyahat için hep birbirine açıktı. Seyahatler de ettik nitekim. Hayat deneyimlerini-özellikle Edebiyat dünyasındakileri- yakın bulduklarına aktarmayı; zaman zaman tavsiyeler verip uyarmayı; yol göstermeyi severdi. Bu yol gösterme bazen çok daha derine gider; okunması gereken kitaplara, yazarlara, şairler ve yazarlarla geçirilen anların izlerine kadar uzanırdı. İşte özellikle böyle anlarda eşsiz bir hazine sandığının kapağının açıldığını ve içinden mücevherler, altınlar parıldadığını hissederdiniz. İnsanların yeteneklerini görebilen; keşfedebilen; onlara kucak açmayı seven ve elverdiği ölçüde onları destekleyen bir yönü, erdemi de vardı Enver abinin. Gençleri sever ve desteklerdi. Sanırım genç kuşak şair ve yazarları Türk edebiyatına en çok kazandıranların başında gelmekteydi. Bunun en büyük kanıtı Yasakmeyve şiir serisinden kitaplarını bastığı; Varlık gençlik ödülleriyle taçlandırdığı ve dergilerinde yer verdiği pek çok genç şairdir. Onda gördüğüm bu gençlik ruhu daha çok kendisinin içinde bir ağaç gibi yeşermekteydi: Gençlerle vakit geçirmeyi, gülmeyi, eğlenmeyi bu yüzden severdi; bunun bir yansıması olarak Yasakmeyve-Komşu yayınlarında Edebiyat fakültelerinde öğrenci olan gençleri stajyer asistanı olarak çalıştırırdı. Ve tabi ki O da deneyimlerini bu gençlere aktarırdı ve bundan büyük mutluluk duyardı. Onlara akademik hayat ile gerçek edebiyat dünyası arasında bir köprü kurmuş ve yakanın öbür tarafına geçmelerini sağlamış biri olarak Enver abi böyle bir kuşak da yetiştirmiştir. Bütün bunların dışında onun yeni fikirlere, projelere, kısacası yeniliklere, dinamizme hep açık oluşu, çevresinde pek çok değişik kesimden insanın toplanmasına; onunla birlikte çalışmalarına yol açmıştır. Bunu gerek Yasakmeyve dergisinde olsun gerekse Varlık’ta olsun yapılan işlerden görmek mümkündür. Dolayısıyla herkese yetişmeye çalışan ve elinden geldiğince adaletli olmaya çalışan bir insandı diyebilirim. Düşüncelerini direk yüzünüze, dobra dobra söylerdi. Açık sözlüydü. Bu onun en iyi yönlerinden biriydi. Ne düşünüyorsa açık açık bilirdiniz, eğrisiyle doğrusuyla, dolayısıyla kafanızda soru işaretleri pek olmazdı. Herkese adalet dağıtmanın ve tam doğru olmanın mümkün olmadığı bir dünyada; hatta Tanrı’nın bile herkese adalet dağıtamadığı bir dünyada, insandan eksiksiz, hatasız olmasını beklemek aptallıktır.
Enver Ercan, Türk edebiyatının “Amiral Gemisi”’nin kaptanlığını 30 yılı aşan bir süre yapmış bir şahsiyet olarak; 15 yıldır da gerek Yasakmeyve gerekse Komşu Yayınlarında kotardığı işlerle: Yaptığı söyleşiler, hazırladığı sayısız antolojilerle, kitaplarla… Ve son 5 yıldır da “Kültürlerarası Şiir ve Çeviri Akademisi” ‘nin canlandırılmasında oynadığı etkin rolle-ki Akademi’nin başkanıydı-; ve tabi ki Türk Yazarlar Sendikası’ndaki örgütçülüğüyle Türk Edebiyatı’na, boşluğu doldurulması zor bir kişilik olarak damgasını vurmuştur. Bu boşluğun kapanıp kapanmayacağını gelecek gösterecektir. Yasakmeyve dergisinin ve Komşu yayınlarının kapanmış olması onun bıraktığı Miras’ın bittiği anlamına gelmiyor. Tam tersine, benim düşüncem, o ruhun onun yakın çevresindeki insanlarda yaşamaya devam edeceği; gelecek nesillere aktarılacağı; ileride yeniden başka ya da benzer şekillerde vücut bulabileceği ve hep yaşatılacağı yönündedir. Umarım bu görüşümde yanılmam. Onun hakaret, saldırı, ard niyet olmadığı takdirde görüşlerini sevmediği; kendilerinden çok hoşlanmadığı insanlara dahi dergilerinde yer verme hoşgörüsü kanımca edebiyatımızdaki kısır çekişmelerle bölünmüş, gruplaşmış bazı kesimlere örnek olmalıdır diye düşünüyorum. Eğer bunu daha çok başarabilirsek, bunun bir adım ötesinde olan, başka aşamalara geçmemiz ve gerçekten edebiyatta da demokratikleşmemiz mümkün olabilecektir. Bu Edebiyatımızda daha da geniş, hoşgörülü, karşılaştırmalı, farklılıkları kucaklayan ve özellikle yapıcı eleştirel bir yapıyı da içinde barındıran geniş bir mozaiği bize sunabilecek bir olanaktır ve bizi daha evrensel ve çağdaş bir vizyonla dünyaya daha iyi tanıtabilecektir.
Son olarak şunu söylemek isterim. Enver Ercan’ı sevenler sevmeyenler olmuştur, olacaktır da. Yaptıklarını benimseyenlerin, takdir edenlerin yanında etmeyenlerde olmuştur, olacaktır. Ama çağdaş dünyanın bilimsel verileri bize şunu söylüyor: Gerçekleri doğru ölçebilmemizin tek yolu, doğurduğu sonuçlar ve bunların bize, hayatımıza daha doğru, daha iyi bir gelişim adına kazandırdıklarıdır. Bu açıdan Enver Ercan gerisinde pek çok insanın asla unutamayacağı pek çok anı, eser, çalışma, dernek ve insan bırakmıştır. Bizim görevimiz Kültürel Mirasımızın bir parçası olarak bunlara sahip çıkmaktır. Bunların en başında da “Kültürlerarası Şiir ve Çeviri Akademi”si geliyor. Enver Ercan’ın bu Akademi’ye ne kadar büyük bir önem atfettiğini bilmem söylemeye gerek var mı? Yasakmeyve ve Komşu Yayınları olmasa bile Akademi’nin mutlaka gelecekte devam etmesi onun vasiyetidir. Fuarlarda satın aldığı standlarda, Yasakmeyve ve Komşu yayınları yerine Akademi’nin adını hep kullanmış; Yasakmeyve dergisinin kapağında ve kitaplarında kuruluşundan bu yana Akademi’nin logosunu basmış böylece topluma gelecek için bir hafıza açmaya; bir mesaj vermeye çalışmıştır. Son yıllarda kendisiyle birlikte bu Akademi için en çok çalışan kişilerden biri olarak, bunu çok iyi biliyorum ve gözlemledim. Akademi’nin 5. Yılında beş dalda ödül verilmesi, ölmeden önce görmek istediği son şeylerden biriydi. Bunu gerçekleştirebildiğimiz ve bugün Akademi’yi bir noktaya taşıyabildiğimiz için mutluyum. Enver Ercan’ı, Enver abiyi, Edebiyatımızın canlı, yaşayan bir hafızası olarak herkesin anlaması gerektiğini düşünüyorum. O geçmiş ve gelecek kuşaklar arasında bir köprü olmasıyla ve Edebiyat Tarihimizin derin bir bellek arşivinin oluşmasına katkılarıyla; yazdığı şiirlerle; şairliğiyle; nüktedan zekâsıyla; Türkçe’nin Dudakları olmayı çoktan hak etti. O, şimdi ve gelecekte, bizleri zaman zaman güzel bir rüyadan uyandırır gibi, o dudaklarla, incelikli Türkçesiyle, imgeleriyle öpecek; uyandıracak; yeni bir günün sabahına bizleri açacak ve hep kendini hatırlatacaktır. Biz de evimizin kapısını açıp sokağa adım attığımızda, belki güneşli parlak bir günde, hoş geldin Enver Ercan diyerek adını anacağız sokaklara çıkarak… Merhaba hayat! Yeniden, Hoş geldin Enver Ercan!
KEMAL YAVUZER
Benim için henüz daha yolun başıyken, Enver Ercan ile yaşayacağım, öğreneceğim ve biriktireceğim daha çok şey hayal ederken…
Enver Ercan sadece bir yayınevi sahibi, şair değildi. Enver Ercan aynı zamanda bizi dinleyen, bizle çalışan, bizle yaşayandı. Soru sorduğumuz vakit içtenlikle cevaplar, yardımcı olur, güvenir, desteğini esirgemez, “Siz daha gençsiniz öğrenecek çok şey var, hata yapmaktan korkmayın!” der araya bir fıkra sıkıştırır tüm samimiyetiyle gülümser, gülümsetirdi. Yemek vakitleri, masanın başında hâl hatırla başlayıp, şairlerle olan anılarıyla devam eden konuşmalar Yasakmeyve’de geçen en özel zamanlardandı.
Enver Ercan’la geçen zamanlar, geçtiği her şeyi öpüyordu. Belleğimizde unutulmayacak bize nice güzel an bıraktı.
NİGAR ABIYEVA
İlk görüşte enerjisine hayran bırakan, tanıdıkça hayranlığı arttıran bir insan hiç şüphesiz. Büyük edebiyatçı, mesafeli davranır diye beklerken, samimiyetiyle ilk andan insanı etkileyen, sanki yıllardır tanıyormuş hissi uyandıran bir sıcaklığı vardı Enver Ercan’ın. Kendimce küçük mutsuzluklar yasarken bile dergiye gitmenin mutluluğu vardı içimde. Çünkü orda yüzüm asılmazdı, Enver Ercan kimsenin mutsuz olmasına izin vermezdi. Bir keresinde “Aşk yatay değil, dikey olmalıdır. Çünkü ask derinleştikçe güzeldir” demişti. Her anı şiir gibi olan bir insanın hayatında küçük de olsa var olduğum için çok şanslıyım. Özlemimiz ve sevgimiz hiç bitmeyecek…
Elime kalemi en az bir kere alıp, bir kere bıraktığım; kendim, yokluğunun idrakını kabullenememişken, bugün sizlere anlattığım ve yazıya döktüğüm bir vedanın vefasını göstermek gücü öyle ağır geliyor ki…
Nereden başlayacağımı bilemiyorum…
Yıl 2010.
Enver Ercan sorar: “Beni nereden buldun sabah sabah? Gökten düşmediğine göre, vardır bi’ hikâyen. Yoksa boşuna ‘Uzun Samsun’ içmez bir kadın.”
Yıllarca edebiyat ve müzikle iç içe yaşamış lakin suya sabuna dokunmadan şiirlerini kendi halinde saklayan genç bir kadın. Bir yandan üniversite okuyor, bir yandan boşanma savaşında, elinde bebeği. Hiç yayınlama hevesi olmamış şiirlerini, söylememiş bile. “O şiirler boktan, kimse yayınlamaz.” ile başlayıp“O şiirleri yayınlatamazsın!” yelpazesine uzanan bir eril engelin şiddeti varmış hayatında…
Bir gün, eğitim fakültesinin ilk yılında Türkçe dersine giren edebiyat öğretmeni keşfediyor şiirlerini ve çok da yüz vermeden diyor ki: “Ulaşabilirsen Varlık’a gönder, Enver Ercan filan var orada, bir de onlar baksın bence.”
İşte Sezen Çiğdem’in Enver Ercan’la öyküsü böyle başlıyor.
Bilmediğim yol, uzaktan bildiğim bilmediğim birçok şair. “Nasıl, kime gidilir, Enver Ercan’a ulaşabilir miyim?” derken Gökhan Cengizhan’a anlattım durumu. “Tabii dene şansını” diyerek Enver abinin telefonunu verdi.
Çok çekinerek aradım hemen.
Edebiyatçı olarak kibar bir ses beklerken “Sen kimsin?” sesini duyunca bir an telefonu kapatmak istedim. Titreyen sesimle maruzatımı anlattım. Uzun sessizlik ardından “Normalde beni böyle arayan birinin yüzüne cinsiyet ayırt etmeden telefonu kapatırım ama şansın varmış iyi tarafıma denk geldin, gel bakalım.” dedi. Şiirlerimi de alıp Yeldeğirmeni’ne gittim. Gelmesini bekledim.
Garip bir adamdı vesselam, geldi. “Ver şunları” diyerek aldı şiirlerimi. Ve sordu.
Kendimi, bildiklerimi, hayatımı anlattım.
“Bana benziyorsun. Ben de sokaktan geldim. Ama belli ki kalitelisin aileden. Hakikaten sen mi yazdın bu şiirleri? Eğer sen yazdıysan hiç fena değil ama çok okuman lazım. Burada okumayana yer yok. Önce bunu öğrenmen gerek, sonrasına bakarız. Şimdi gidebilirsin.”
Tam gidiyordum ki:
“Çocuğunla kalacak yerin var mı? Ben de senin gibi kızımı yalnız başıma büyüttüm. Altında bir şey arama çünkü herkesin başkabaşka derdi var.” dedi.
“Ailemle kalıyorum abi. Sağolun.” dedim.
“İyi ki baban ben değilim. Hayatta dede olmak istemem, çok zoruma giderdi.” dedi. Güldü. “Gidebilirsin şimdi. Eğer hoşuma giden şiir olursa bakarız, yayınlarız. Haberin olur. Yalnız bir iki de resim yolla, afili olsun. Bir de bu isimle bu iş olmaz. Karıştırılacağın şair hatunlar var. Soyadın da değişecekmiş madem senin adın Sezen Çiğdem olsun.”
İşte çıktığım o yolculuğun, enteresan başlangıcıydı o adam. İki ay sonra “Dergiler paketlenecek, gel yardım et evde oturacağına. Etmem dersen ut çalarsın, o iş daha maliyetli olur.”
Udum yoktu ama gittim. Dergi paketlerken adımı gördüm, çok ama çok sevindim. Tüm edebiyat sevgisi içindeki gençlerin heyecanı ile. Ama belli etmedim. “Sezen, ayıp olur diye sevindiğini erteleyenlerden olma, serserinin tekisin sen.”
“Sana bildiğim her şeyi anlatacağım, sen de merak edip öğreneceksin.” dediği yolda, açtığı bu kapıdan ne anılar, ne bilgiler, ne tecrübeler ve ne insanlar geçti.
Çok eleştirdiler. Ama onun onu eleştirenlere iddiası yoktu. Hiçbir zaman saldıranları ciddiye almadı. “Sezen, ben kaliteli işler yaptım. Ama D sınıfı işler de yapsam, insanlar işsiz oldukları için saldıracaklar. İş yapsınlar, öyle tartışalım.” derdi.
Onun için önemli olan bir işi okura en iyi ve en kaliteli şekilde sunup, edebiyat için kalıcı iz bırakmaktı. “Herkes şair olamayabilir ama herkes kaliteli bir okur olmak zorundadır. Bu yüzden bir bilinç kazandırmak için uğraşıyoruz.
“Bir gün Oktay Rifat ile konuştuğumuzda ‘Elli sene sonra biri çıkıp bu adam da şiirden az buçuk çakozlamış desin bana yeter.’ demişti. İşte ben de aynen, bir gün ulan bu adam da az buçuk iyi bir iş yapmış diyen, bu işten anlamak isteyen ve anlayanlar için uğraşıyorum.” demişti.
Ukala idi, ters idi çoğu insana göre. Ama aslında bir ayna idi o. Ona nasıl yaklaşırsanız, kendinizi öyle görürdünüz. Sokaktaki evsize yatacak yer bulur, işsize iş bulur. Esnaf lokantasında yemek yer, yedirirdi.
Fener muhabbeti yaptığı mahalle bakkalı, çok eski arkadaşıydı mesela. Lakin öte yandan ciddi bir edebiyat etkinliğinin fötrlü, kıvırcık saçlı, takım elbiseli en şık ve en bilge adamıydı Enver Ercan. Gönül adamıydı, hem salon adamı hem bıçkın bir delikanlıydı.
Tanımak isteyenlerin tanıyıp, tanımak istemeyenlerin hiç tanıyamayacağı o adam, kanserin potasında erirken bile duruşundan vermediği taviz, düşürmediği kalitesi ve verdiği ürünleriyle hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayarak edebiyat alemine ve bizlere çok derin bilgiler ve gidilecek yeni yollar gösterdi.O son anına değin…
Daha fazla bir cümleye elimin varmadığı şu yazıda, son sözüm olsun herkese:
Geçtiği her yeri öpüyor zaman
Geçtiği her yeri öpüyor Enver Ercan!
ÇAĞIL ENER
Aksisanat benden bu yazıyı istediğinde söyleyecek onca sözüm, anlatacak onca anım olmasına rağmen uzun bir süre elim gitmedi yazmaya. “Enver Ercan’ın Ardından” adlı bir platforma yazı yazmak zaten kabullenmekte zorlandığım bu gidişin bir kez daha tescillenmesi demekti benim için. Onun ne kadar hasta olduğunun ve durumunun kötüye gittiğinin en canlı tanıklarından biriydim belki ama bir gün öleceğine hiç inanmamıştım ki… Ancak yazıyı isteyen İsmail Cem Doğru, yıllar önce düzenlediği bir etkinlikle Enver Ercan ile yolumun kesişmesine vesile olan kişi olunca bu yazı da bir nevi vefa borcu idi benim açımdan.
İsmail Cem’in Eylül 2004’de,Ümraniye Belediye’sinde Enver Ercan ile söyleşi yapacağını duyduğum ilk an çok heyecanlanmış, çoktan katılmaya karar vermiştim bile. Ancak etkinlik günü akşam saatlerinde başlayan yağmur ve fırtına hayatı felç etmiş, değil benim kadar yol özürlü birinin gece vakti Ümraniye Belediyesini bulmasını, yola çıkmasını bile zor ve tehlikeli bir hale getirmişti. Katılamayacağımı söylemek için İsmail’i aradığımda İsmail, hava muhalefeti dolayısıyla çok az kişinin gelebileceğini ve Enver Beye rezil olacağımızı söyleyip ne yapıp edip gelmem konusunda çok ısrar etmişti.Göz gözü görmeyen ve adım adım ilerleyen trafikte defalarca kaybolup her geri dönmeye niyetlendiğimde telefonda İsmail’in ısrarcı ve yolu tarif eden sesiyle karşılaşmıştım. O an, İsmail’in bahsettiği o“çok az kişinin” sadece ben olduğumu ve hayal ettiğim tarzda bir söyleşinin zaten gerçekleşmeyeceğini hissetseydim aynı ısrarla yola devam eder miydim bilmiyorum ama o akşamla birlikte hayatımın çok farklı bir yöne aktığı bir gerçek.Yaklaşık bir saat rötarla belediyeye ulaştığımda Enver Bey“Demek bu havada taa Kadıköy’den kalkıp buralara kadar gelen deli sensin ha” diyerek karşılamıştı beni, yüzünde daha sonraları hep görmeye alışacağım o muzip gülümsemesiyle. Havanın dinmesini beklerken bir belediye çalışanının odasında çay kahve eşliğinde son derece samimi, anılarla bezeli ve bol kahkahalı devam eden bu üç kişilik etkinlik, benim önce Enver Beyi Yeldeğirmeni’ne, sonra da İsmail’i Kadıköy İskelesine bırakmamla tamamlanmıştı.
Enver özünde, kendi tabiri ile “sokaktan gelmiş” olmanın getirdiği bıçkın delikanlılık hali ile babasından almış olduğu yüksek gustonun birleşimiydi. Bıçkın delikanlılık hali, onun kimseyi kırmayan dobralığında, her kesimden insanla iyi anlaşmasında, muzip, hınzır ve fırlama tavırlarında kendini gösterirdi;yüksek gustosu ise zevklerinde, hayata ve insanlara karşı gönlü bol duruşunda, şıklığında, özel hayatındaki hoşgörülü, incelikli ve zarif davranışlarında.Enver’i daha iyi tanıdıkça, sıkça sözünü ettiği “sokaktan gelme” tabirinin, babasını erken yaşta kaybedip Tophane’de büyümüş olmasının getirdiği, “hayatın içinde yoğrulmuş,hayatı ve insanları çok iyi tanıyor” olduğunu ifade ettiğini anladım. Yoksa, doğduğu evde Mevlâna, Yunus Emre, Aşık Veysel, Niyazi Mısri gibi tasavvuf şairlerinin külliyatları bulunan; İsmail Dede Efendi, Tamburi Cemil Bey, Avni Anıl gibi bestekârların eserlerini dinleyerek büyüyen, o dönemde babasının özel terzisi olan bir kişinin anladığımız anlamda sokaktan gelmesi mümkün olamazdı.
Gerçekten de Enver, hayatı ve insanları çözümlemiş biriydi.Yüksek sezgisi ve felsefi yaklaşımıyla olayları ve insanları kategorize eder, yoluna öyle devam ederdi. Bir olay ya da kişi hakkında daha ilk anda yaptığı yorum ve tespitler, günün sonunda şaşırtıcı bir şekilde doğru çıkardı. Belki de birçok işi bu kadar başarıyla yapabilmesinin sırrı burada saklıydı. Enver’in alaycı bir tavırla sık kullandığı “kadri bilinmemişler” ve “vasatın dayanışması” terimleri kendi içinde bile çok şey anlatırdı.
Enver şiire, işine ve sevdiklerine karşı hevesini ve coşkusunu hiçbir zaman kaybetmedi. Onu hep genç tutan da bu duygusuydu. Ticari bir işletme sahibi olmasına karşın, para kazanmak hiçbir dönem önceliği olmadı, o hep yaratacağı rüzgârın peşinden koştu. En sıkıntılı döneminde bile, onu heyecanlandıracak bir proje aklını çelebilirdi. O zaman soru “Bu işten para kazanabilir miyiz?” değil“Bu işin altından nasıl kalkabiliriz?”olurdu. Enver’in eşine ender rastlanan pratik zekâsıyla bir dergi sayısını ya da bir etkinliği kurgulaması en fazla yarım saatini alırdı. Zaten bütün can sıkıntısı da o kadardı, olayı kafasında kotardığı an eski neşesi hemen yerine gelirdi.
Sahiciydi Enver, gerçekti. Şiirinde, dergisinde, özel hayatında, iş hayatında hep kendi olarak var oldu. Düzdü, öyle arka planda hesapları olan biri değildi. Sonuç odaklıydı, hayatında bahanelere yer yoktu. Vicdanlıydı. Emeğe saygı duyar, kendi ölçütlerinde kimsenin hakkını yememeye özen gösterirdi. Paylaşımcıydı. Kısacık bir sohbet diliminde bile insanların ondan öğreneceği çok şey olurdu. Neşeliydi. Cebinde her zaman ortamı şenlendirecek bir fıkrası ya da bir anısı bulunurdu. İnsanların yaşamlarına dokunmayı severdi. 2008 ya da 2009 yılı,bir genç inatla Varlık Dergisine şiirlerini gönderiyor, Enver de aynı inatla yayımlamıyordu. Son şiir, bir mektup ekinde ulaşmış dergiye. Genç, mektubunda sevdiği kızın kendisini şair olarak ciddiye almadığını ve ancak Varlık’ta şiiri yayımlanırsa evlenme teklifini kabul edeceğini yazmıştı. Enver de kendisini tanımak için dergiye davet etmiş ve hikâyesinden etkilenmiş olacak ki şiirini yayımlamaya karar vermişti. İyimser bir yaklaşımla vasat sayılabilecek bir şiiri yayımlama kararı beni çok şaşırttığında ise şöyle demişti:“Bu şiiri basıp basmamak benim için çok önemli değil ama onun hayatını tümden değiştirecek. Şiir yaşamın bu kadar içinde işte.” Sonra eklemişti“Hem her sayıda bir Tuna Kiremitçi keşfedecek değiliz ya!” Yaklaşık 7-8 ay sonra bir teşekkür notu eşliğinde davetiyesi gelen nikâha katılamamıştık ama o davetiyeyi gösterirken yüzünde beliren keyif ve gurur hala gözlerimin önünde.
Enver’in, şiirinde, dergisinde ya da etkinliğinde daima insanları şaşırtacak “bi numarası” olurdu. En son numarasını ise hayata karşı yaptı. Hastane odasında, 60 yaş pastasının mumlarını üfledikten sadece saatler sonra veda etti bize.
Selim İleri, uzun yıllar önce bir içki masasında “Enver, edebiyat terbiyesinin son neferidir. O’ndan sonra edebiyat terbiyesi yok olacak” demişti. Gerçekten de Enver Ercan, duruşuyla, tavrıyla, edebiyat tarihine olan tanıklığı ve aktarımı ile ustalara duyduğu saygı ve vefa,gençlere duyduğu sevgi ve inancıyla yok olmaya yüz tutmuş Babıali kültürünün son temsilcilerindendi. O’ndan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bizler de. Çünkü Mehmet Erte’nin dediği gibi “biz onu tanıdık”.
ASLIHAN İLHAN
Şimdi büyük büyük bahsedecekler senden. Bense edebiyattaki büyük Enver Ercan’dan değil de şanslı ise bazı insanların tanıma fırsatı bulduğu Enver Ercan’dan bahsetmek isterim…
Müthiş genç, müthiş sıcak ve müthiş neşeli bir adam. Hasta olduğuna inanmayan ve çevresindekileri de inandırmayan bir adam… Hep orada olacağını hissettiğim, olmama hâlini kabul edemeyeceğim bir adam. Benim için sen hala yayınevindeki odandasın. Şimdi orada olsam, hareketli bir şarkı ile dans ederek çıkacağına eminim.
03 Mayıs 2014 dergiye geldiğim ilk gün. O günden sonra yanında olduğum her zaman kendimi çok mutlu, çok keyifli ve hep daha iyi hissettim. Aksi mümkün değildir zaten. Nerede bir anı, fıkra çıkacağını bilemez insan onun yanındayken. Aldığım en keyifli eğitimdi senden öğrendiklerim.
Anılarımızı anlatmaya çalışsam unuttuğum her detayın boynu bükük kalır. O anılar, Yeldeğirmeni’nin denize çıkan sokaklarında, Antakya’da, Didim’de ya da bir hastane odasında hep benimle…
Hep genç kalan ruhundan öperim Enverico’m.
AYDIN ŞİMŞEK
İyi kalpli, samimi, sahici bir insandı Enver. İyi dost, iyi arkadaştı. İnsan iyi olunca yaptığı işe dönüp baktığınızda iyi şeyler bulursunuz. İyi şair, iyi dergici, iyi yayıncı kısaca iyi bir edebiyat insanıydı. Genelde edebiyatımıza, özelde dostlarına katkılarıyla örnek bir insanı dillendiriyoruz. Anısı da yaptıkları da yeni kuşakları esinlemeye devam edecektir. Sevgiyle, sahicikle kalbimdeki yeri daim olacak…
BAHANUR GARAN GÖKŞEN
Enver Ercan… Kendisiyle 2013 yılında tanıştım… Doktorayı kazanıp İstanbul’a gelmiştim ve Yasakmeyve’de staj yapmak isteğiyle yanına gitmiştim. Daha önce de şiirimi yayımladığından tanışıyor gibiydik gerçi… Bizzat tanışmak için yayınevine gittiğimde de sanki yıllardır tanıdığım ama uzun süredir görmediğim bir dostla buluşmuşum gibi hissetmiştim, yayınevi patronlarının soğuk tavrının aksine bana sıcak ve samimi davranmıştı.
Bir zaman sonra ortak bir etkinlik düzenlemeye karar vermiştik. Enver Ercan için bir sempozyum olacaktı bu. Onun yakın dostlarını, beraber çalıştığı iş arkadaşlarını tek tek çağırdık. Hepsi de Enver Ercan adını duyunca koşa koşa gelmeyi kabul etti. Enver Ercan çevresinde saygı uyandırdığı kadar sevgi ve dostluk uyandıran yeri doldurulamaz bir insandı çünkü.
Nitekim çok güzel bir sempozyum oldu. Herkes Enver Ercan’ın hastalığının zor günlerinde yanında olmak, bir yandan kendisine moral vermek bir yandan da onun Varlık dergisi ile herkese örnek olan dergiciliğini, genç şairlere yol gösteren şairliğini takdir etmek için gelmişti. Hepimizden fazla o heyecanlıydı, her bir konuşmayı heyecanla dinledi, yorumlara heyecanla katıldı. Sempozyumun sonunda tüm mütevazılığı ile herkese teşekkür edip kendine has esprileri ile yine hepimizi gülümsetmişti…
Onun sıcacık gülüşü ile edebiyat dünyasının magazinsel olaylarını neşeyle anlatışını, bir çocuk yüreğiyle bizlere bakışını ve yaşam enerjisiyle parıldayan gözlerini hiçbir zaman unutmayacağım…
BARAN GÜZEL
Enver Ercan ile ilk kez titreyen bir elle tokalaşmıştım. Heyecandan ne diyeceğimi bilemediğim ilk birkaç saniye, kalp çarpıntımı dinleyerek geçti. Ofiste birçok yazar ve şairin ağırlandığı, öğle yemeklerinin yendiği yuvarlak masaya geçtim. Kızlar derginin yeni sayısı için son dokunuşları yapmakla meşgulken Enver Ercan karşıma oturdu. “Niye çalışmak istiyorsun burada?” dedi. Ona editör olmak, yayıncılığı öğrenmek istediğimi söyledim. Enver Ercan belki yanında çalışmak isteyen onlarca insana söylediği şeyi söyledi bana: “Ben sana bir şey öğretmem, kendin öğreneceksin. İstiyorsan başarırsın.” Enver Ercan “çaktırmadan” öğretmeyi severdi. Bazen şairlerle, yazarlarla olan anılarından, bazen fıkralarından, bazen zekice yaptığı şakalardan asla unutulmayacak hayat dersleri çıkarırdım.
Canı sıkılan bir adamdı, birileriyle muhabbet etmeden, çıkıp dolaşmadan, insanlara takılmadan yapamazdı. Ama kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, asabi olduğu, bir şeye kızdığı tek bir an bile gelmiyor aklıma. Enver Ercan yana doğru kaykılan yanakları, düzgün dizilmiş bembeyaz dişleri, “hafif gülümsemesiyle” gülen bir adam olarak kaldı aklımda.
“Edebiyata Enver Ercan’la başlamak şans getirir,” derler. Kendimi hep şanslı hissettirdi bana. Ve böylece borçlu. Hakkını ödemenin bir yolu olsa keşke.
İnsan Enver Ercan gibi birini tanıyınca başka bakıyor hayata; gördüğü gerçek değişiyor belki de… Mevki sahibi olmanın ‘insanları kapıda bekletmek değil’, ‘kapı açmak’ olduğunu, çocuğun yaşında birine yapabileceğin en büyük iyiliğin onda gördüğün ışığı anlatmak olduğunu, haksızlığa tüm gücünle bağırırken yeri geldiğinde karşındaki kim olursa olsun özür dileyip gönül almanın seni alçaltmayacağını aksine yücelteceğini, ağrılar içinde kıvranırken bile gülümsemeyi, hayatla ölürken bile dalga geçmeyi öğreniyorsun… Enver Ağabeyin en büyük uğraşı ‘iyi şiire ve iyiliğine inandığı insanlara’ sahip çıkmaktı. Kaç kişi kaldık buna inanın bilmiyorum ama birbirimize ve onun anısına sahip çıkma zamanı şimdi. Bana gelince, sözümü tutacak ‘hayata şiirle bakacağım’ Enver Ağabey. İyi ki tanıdım seni…
FATMA YEŞİL
Öylesine bir mail attım Enver Ercan’a altı yıl önce. Hayatımın tamamen değişeceğini nereden bilebilirdim ki. İnsan yaşarken, günlük rutininde bazı şeylerin değerini gerçekten bilemiyor. Bunu en iyi şimdi anlıyorum. Sabahları içeri girdiğimde şakalaşmak, öğlen yemeklerinde kahkahalarına eşlik etmek, o hiç sevmediğim avmlere o seviyor diye gitmek aslında hayatıma fazlasıyla dâhilmiş. Bana verdiği cesaret için, en yakın arkadaşlarımı bana kazandırdığı için, hayattan zevk almayı bana öğrettiği için, sayamayacağım kadar çok çok fazla şey için keşke diyorum, keşke daha çok teşekkür edebilseymişim.
Bizimle biz olduğun için teşekkür ederim Enverico.
Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülleri’nde ismimin anılması ve peşpeşe iki sayıda Varlık’ta şiirlerimin yayımlanması ile başladı benim Enver Ercan serüvenim. Sonrası 15 yıla yakın bir süre devam eden abi kardeş ilişkisine dönüştü. Az değil son beş şiir kitabım Yasakmeyve Yayınları’ndan çıktı ve bu süreçte de dostluğumuz pekişmişti.
Enver Ercan hakkında yazdığım bir yazının başlığı Türk Şiirinin Kara Kutusu’ydu. Bu şekilde adlandırmamın sebebi de konusuna gerçekten hakim, derya deniz bir insandı. Türk şiirinin çeyrek yüzyılına damga vurmuştu. Şiir tarihinin iyi-kötü, gizli, yaşayan-ölü birçok anına tanıklık etmişti.
Şiire ilk başladığım yıllarda taşra da Ankara’da kendisi hakkında şiiri ve edebiyatı çok da bilmediği konuşulurdu. Oysa ben kendisiyle tanıştıktan sonra gerçeğin farklı olduğunu fark etmiştim. Gerçekten üst düzey, şiir ve şiir tarihini iyi bilen, iyi şiir kokusunu hemen alan (bunu da farklı perspektiften bakış açılarıyla; şiirin farklı kulvarlarında koşan-koşacak olan, üslupları, şiir görgüleri-bilgileri, şiir coğrafyaları-iklimleri, şiir anlayışları ve biçemleri farklı şairleri tespit etmesiyle anlamıştım) dünyaya farklı bir açıdan bakan bir insandı. Şairlerin bir çoğu genç şairlerde yeni şiir, yeni ses ararlar. Ancak aradıkları ve buldukları kendi sesleridir aslında. Çoğu şair, kendi şiirinden öteye geçemediğinden hep kendi şiirine yakın sesleri bulur, çıkarır, dergisinde yer verir. Oysa Enver Ercan farklı kulvarlardaki yeni şiiri ve şairi bulup çıkaran adamdır benim için. Özgünlüğü önemseyen.
Bir diğer yanlış algı da kendisinin daha üst bir perdeden bakan, konuşan bir insan olduğuyla ilgiliydi. Yine kendisini tanımadığım gençlik yıllarında ortamlarda duyduğum bir eleştiriydi. Oysa Enver Ercan aşırı naif, elindeki bir dilim ekmeği bölüşen, bir bardak birasını dostuna bölen, insana sevgiyle yaklaşan, hassas bir adamdı. Bırakın üst perdeden konuşmayı, insanın içine giren, anında bir dostluk ortamı oluşturan, gerçekten samimi bir şairdi. Şiiri gibiydi kısacası. Enver Ercan’ın şiiri de böyledir, samimidir, insancıldır, içtendir.
Enver Ercan Türk şiirinin yaşayan, canlı bir ansiklopedisiydi. Kaynak merkeziydi. Sır küpüydü. Tarihiydi, en geniş arşiviydi.
Şiiri, şairi, dergiciliği iyi yaşadı, hızlı da yaşadı. Derin yaşadı. Edebiyat adamı kavramının tam da içini dolduranlardandı.
Çok mücadeleciydi, inandığı işi başarana kadar sürdürürdü. Konulara pratik bir bakış açısı vardı. Netice odaklıydı. Bence öleceğine kendisi de hiç inanmamıştı! Böyle bir hastalıkla mücadele edip; direncini, motivasyonunu, hayata bağlılığını kaybetmeden, işine dört elle sarılıp, yıllarca hiç bir şey yokmuş gibi yaşamaya çalışan başka insanlar da varmıyor bilmiyorum. Zor işlerin adamı olduğunu burada da gösterdi.
Hayatta başarı tek tabanca olmaktan geçer diyordu. Kısacası, önce sen başaracaksın sonra başarına ortak edeceksin. Çok başlılığın işi sekteye uğratacağını söylerdi.
Zaman zaman irtibatımız kesiliyor gibi olsa da hep irtibatta kaldık. Konuşmasak mesajlaşırdık, mesajlaşmasak mailleşirdik. Doğum gününü kutlamak için mesaj attım geçen gün telefonuna, cevap vermedi, cevap gelmedi. Oysa her mesajıma muhakkak dönerdi!
Enver Enver mavi bir resimdi. Gök kuşağındaki renklerin uyumuydu. O renkleri hep o bünyede barındırıp, o renklerin uyum ve ahengini bozmadan o gök yüzüne yakıştırandı.
Enver Ercan kısa ve özdü. Ama çok yaşadı, çok temas etti, çok kişiye ışığı geçti. Yoksa yaşamak dediğin yalnızca yaştan ibaret değildi ki!
Kimi bir asır yaşar ama yaşamamıştır. Kimi çeyrek asırda yüzyıllık iz bırakır tarihe.
MUSTAFA FIRAT
Şiir söz konusu olduğunda herkesin bir şekilde söyleyecekleri vardır. Hiç kimse sus olmaz mesela. Dinlemez. Hep söylenir. Oysa öyle mi olmalı? Bizler henüz yeni kaybettiğimiz Enver Ercan’ı 80 Kuşağı olarak adlandırılan ya da 80’li yıllar şiiri olarak söylenegelen grubun içinde anmamalıyız. O diğer anılan şairler gibi bir şair değildi. Benzerliği yoktu mesela. Hepsinden ayrılan bir şairdi. Kendi şiirini oluştururken hayatının kesitlerinden beslenirken, sokağın, argonun, muzipliğin şiirini yazdı. Aşırılık yoktu. Nasıl Dağlarca, ‘Türkçem benim ses bayrağım’ demişse o da ‘Türkçenin Dudakları’ydı. Kitapları uzun yıllar okunacak. Yaptığı işler ile hep kalbimizde olacak. Eyledikleri ile de…
O iyi bir dergici, iyi bir yönetici, iyi bir babaydı… Ve elbette iyi bir şair. Unutmayacağız…
Enver Ercan adında bir İstanbul varmış da, haberim yokmuş. Enver Ercan adında bir İstanbul olduğunu bilmediğim için de bu kente, yani İstanbul’a, yılardır boşuna gidip de gelmişim. Bu kente, yani İstanbul’a yıllardır boşuna gidip gelmişim de, bundan da haberim yokmuş… Peki, ben şimdi ne yapacağım İstanbul’da Enver Ağabey olmadan? Yasakmeyve olmadan, Komşu Yayınları olmadan, Tarihi Yeldeğirmeni’ninRasimpaşa’sında Ali Bey Apartımanı’nın birinci katının dört numarası olmadan ne yapacağım İstanbul’da?
Tamam, biliyorum, farkındayım; herkes gibi ben de yeni bir dünyayla bu kente, yani İstanbul’a, daha çok gidip de geleceğim. Yine fuarlar ve başka etkinlikler olacak ve onlara da katılıp Enver Ağabey sayesinde edindiğim dostlarımla, bir biçimde mutlaka hasret gidereceğim ama… Ama?
Ama Enver Ağabey olmayacak artık! Şunun şurasında iki yılı bile dolduramadan onun sayesinde müdavimi olduğum maddi ve manevi kazanımlar olmayacak ve ben; son on ikigelişimde iyiden iyiye kişiliğimi bulduğum İstanbul’da Enver Ağabeysiz kaldım, öksüz Enver Ercan adında bir İstanbul varmış da…
NAZLI YILDIRIM
Hiç unutmuyorum. Okul tatile girmişti. Tatil boyunca yayınevinde stajyerlik yapabilmek için kalacak yer arıyorduk bana. En nihayetinde bir yurt bulunmuştu. Sonra bir gün yine yayınevinde, kitapları hazırlarken Enver Ercan geldi. Şöyle bir bakıp tekrar odasına geçti. Aradan biraz zaman geçince içeriden bana seslendi. Odasına her girdiğimde heyecan duyardım. Hâlâ da bu heyecanı taşırım. Ceketin önünü açıp iç cebinden deri bir cüzdan çıkardı. “İçi boş bunun, sen doldur. Cüzdan senin. İster para koy, ister şiir,” dedi. Teşekkür edip çıkmıştım.
Enver Ercan’ın haberini aldıktan sonra sakladığım yerden cüzdanı çıkarıp tekrar düşündüm. O anda idrak edememiştim. Sadece kendisine ait bir eşyayı benimle bölüştüğü heyecanına kapılıp yurda mutlulukla dönmüştüm. Aradan epey zaman geçti. Ki geçmesi de gerekiyordu. Yoksa bana söylediği her şey zamanı öpmeden geçip gidecek, hiçleşecekti. Yayınevinde, Enver Ercan ile çalışırken çok şey öğrendim. Yayıncılığa dair, kitaba dair, şiire dair, edebiyata dair, insana ve yaşama dair nice detaylar… Şimdi bu öğrendiklerimi öylece bir kenara koyup ve onların kurtlanmasını beklemeyeceğim elbet. Cüzdanım şiir ile doldukça, güzelleşecekler. Büyüyecekler. Böylelikle geride kalmış yaşanılacak ne varsa hepsi yaşanılır olacak.
Dehşet bir editör olma heyecanıyla düştüğüm Enver Ercan’ın kapısından girmek, ilk başlarda sancılı olsa da sonra sonra iyi şeylere dönüştü. Anlattığı anıları, birlikte geçirilen öğle yemeği vakitleri, bana ikram ettiği şarabı, verdiği kitapları, söylediği sırları hepsi sözcük sözcük, harf harf dökülecek cüzdana ve dolacak. Heba edilmemiş sözcükler ile şiirleşecek.
Üniversiteden sonra bir türlü dikiş tutturamadım. Bu yüzden çok kızardı bana. Epey payladığı zamanları hatırlıyorum. Sürekli bir akış halindeydim. Bir keresinde sen bu kafayla ne şair olursun ne kadın, demişti. Sonra Ankara’ya dönünce her seferinde ziyaretinize geleceğim, diye diye o günü bir türlü getiremedim. O gün geldiğinde yine gidemedim. Çünkü kendimi fazlasıyla mahcup hissediyordum. Fazlasıyla suçlu. Yine gidebilecek miyim bilmiyorum ama kapıdan içeri geçerken, eşiğinde adıma seslenişini unutmayacağım. “Hem yanımda çalışıyorsun hem de şiirini benden saklıyorsun. Sen nasıl edebiyatçısın?” deyişini de…
Olur da zaman şiirimi öperse, bir sürü şiirlerle geleceğim. Eğer beğenmezseniz kulağımı çekin olur mu?
NESLİHAN YALMAN
Enver Ercan benim sanatla kurduğum ilişki açısından önem taşıyan bir isimdi. İlk şiirlerim, onun genel yayın yönetmeni olduğu ‘‘Varlık’’ dergisinde yer aldı. Ardından, ‘‘Yasakmeyve’’ dergisinde de yayım yapmayı sürdürdüm. ‘‘Tunç Gammaz’’ kitabım kendisinin aynı adlı yayınevinden çıktı. Birkaç kez ona şiiri bırakmak istediğimi, hayatla çok uyumsuz bir etkileşim içine girdiğimi söyledim. O da bana sürekli şiiri bırakmamam, aksine ona daha da sahip çıkmam için destek verirdi. Bu konuda iki olay anımsıyorum:
Birincisi, İzmir’de kitap fuarındaydık. ‘‘Enver Bey, bu şiir denilen şeyi taşımak zor değil mi?’’ dedim. Kendisi de bana, Cemal Süreya’yla aralarında geçen bir konuşmayı örnek verdi. Süreya ona şöyle demiş: (Toparlayarak yazmaya çalışacağım.) ‘‘Şiir bazı insanların kaderidir. Karşıdan gelen gerçek bir şairin kokusunu alman kolaydır. Hani bir top kumaşı tanımak için, onun ucundan bakman yeterlidir ya; bir şair de, nereye koyarsan koy, orada varlığını belli eder.’’
İkincisi, Enver Bey’i Kadıköy’de ‘‘Yasakmeyve Yayınları’’nın binasında ziyaret etmiştim. Yine, bana bir şeyler yazıp yazmadığımı, yeni dosyam olup olmadığını sordu. ‘‘Yazıyorum, ama şiir beni etkilediği kadar, ele de geçiriyor. Zapt edemiyorum.’’, dedim. O da bana zaten zapt etmemem gerektiğini söyledi ve hayatın her köşesinde şiir bulabileceğimi belirtti. Mesela, o ara sıra gidip kahvedekilerle tavla atarmış. Mahalleleri dolaşırmış. Ara sokaklara dalarmış. Değişik insanlarla tanışırmış.
Enver Ercan’ın, yaşantımızı kılcalların besleyeceğine dair bir inancı vardı. Beni de hep şiirle, edebiyatla yüreklendirdi.
Ruhu şad olsun.
NEZİHE ALTUĞ
İnsan çok sevdiği birini kaybettiğinde genellikle başlangıç hallerine çekiliyor. Onunla ilgili temasın gerçekleştiği ilk anlara. Belki de bu nedenle kayıp edilen kişiyle ilgili tanışma anlarını anımsamak, ölüm ile yaşanılan tinselliğin doğasına işte bu yüzden uygun. Edebiyatta değer verdiğim yazarlarla ilişki tarzımı belirleyen temel itkinin, ilk temas anında yaşadığım keşif ve keşfedilme duygusu olduğunu zamanla anladım. Kızı Özge Ercan’ın Enveriko sözcüklerinin ona ne kadar yakıştığını ilk gördüğüm anda hissettim. İlk tanışma anlarında daha sonra hissedilmeyen bir gizem vardı. Bir tür dokunmazlıktı ve bir defalıkla ıralanırdı bu gizem. Bu gizemi koruma itkisi, o kişilerle yaşadığım ilişkinin, hep ilk karşılaşma anında kalması doğrultsun da belirlemişti beni. Ve genellikle, söz konusu gizemin o ilk karşılaşma anında kalması ona erişmenin imkânsızlığını hissettirdi. O’nu öykü kahramanlarıma benzetirdim. Öykülerimde kimi zaman bir kahraman gelir, duvarları boydan boya kaplayan aynayı bir vuruşta kırar, ardına geçerdi. Ben de onlarla birlikte, yansıyanla, yansıtılan arasındaki o ilişkileri keşfetmeye yönelirdim. Enver Ercan hocamla da öykü kahramanlarımda olduğu gibi o kadar da yakın olmak, hiçte kolay değildi. Ne kadar yakın olursanız olsun, onun kendini dışarıdaki hayata karşı korumak için çizdiği bir sınır vardı. Yalnızca kendisi için değil, kendi dışındaki herkese, her şeye karşı sınırsız saygısı o sınırları gerektiriyordu. Ona duyduğum bu karşılıksız sevgi bana çok iyi geliyordu. O nasıl ki, rüyalarında; Dağlarca’ya, Oktay Rıfat’a, Sabahattin Kudret’e, Atilla İlhan’a, Metin Eloğlu’na, Can Yücel’e, Cemal Süreya’ya, Metin Altıok’a, Ece Ayhan’a şiirleriyle seslendi ben de mektup yazarak, fuarlarda kulağına fısıldayarak o’na seslendim. Gördüğüm her yerde yanına koşarak, kulağına bir şeyler anlattım. İlk kitabım Seviname’yi ona uzatırken “kadına dair her şey, kitabım hakkında görüşleriniz benim için çok önemli, bir şeyler söyleyin ne olur!” dedim. Kırmadı beni, o’da kulağıma ”Mektubunu kime yazdın. Kitabının ismini çok beğendim” dedi. O günden sonra yazmak için masama her oturduğumda ona hep karşılığı olmayan mektuplar yazdım. Karahindiba dergisi için hazırladığım dosyaya, o mektuplarımı birleştirerek koydum. Toplum olarak ona pek çok şey borçluyuz. Bense, kendi adıma ona ayrıca minnettarım, çünkü o benim elimden tutan, bana yol gösteren, beni yüreklendiren, dolayısıyla da yazmayı sürdürmeme yardımcı olan en değerli insandı. Eşsiz ve benzersiz kişiliğiyle erişilmezimdi benim. Ben onu hep artan hayranlıkla, büyük bir aşkla sevdim, onunla çoğaldım. Onu tanımak, yakınında olabilmek, yaratma sürecine tanık olmak, gerçekten bir ayrıcalıktı! Her gördüğümde Türkçenin Dudaklarısın Sen diye seslendiğim, Enver Ercan hocam, içimde yeri doldurulmayacak bir boşluk bıraktı. Anısı önünde saygıyla eğilirken, o’nu son nefesime kadar yüreğimde yaşatacağım, o’nu hiç, ama hiç unutmayacağım!
OKAN YILMAZ
Ne söylense yetmeyecek insanlar vardır. Hiç şüphesiz Enver Ercan da onlardan biri. Tanışmamıza vesile olan hocam Emel Koşar beni ona yönlendirirken yanında çalışmasam bile sohbetinden çok şey öğrenebileceğimi söylemişti. Şansım o günlerde benden yanaydı ve Enver Ercan’ın yanında çalışmaya başlamıştım. Karşılaştığımız ilk gün hayatımın akışını değiştirecek bir karar aldığımın farkında değildim. En iyi arkadaşlarımı yasakmeyve’de olduğum yıllarda tanıdım, edebiyata dair fikirlerimi orada şekillendirdim. Dahası, Enver Ercan’ın okulunda bir öğrenci olmak yalnızca şiire değil yaşama da hazırlıktı benim için. Hiç bitmeyen enerjisi, insanlarla olan sıcak ilişkileri, en üzgün anlarda ortaya attığı fıkralar, akla gelmeyecek espriler… Onunla ilgili anılarımın kahkahalarımla doğrudan ilişkisi var ve bu durum, Enver Ercan’ı unutulmaz yapan ilk sebep belki de.
Önümüzdeki zamanda herkes yayımladığı kitapları, aramıza kazandırdığı isimleri konuşacak. Bense kurtardığımız güvercinleri, Yeldeğirmeni Kahvesi sohbetlerini ve Asuman Abla’nın kedilerini düşünüyorum.
Söz konusu Enver Ercan’sa geçmiş zaman ekleriyle örülmüş bir yazının sahibi olmak elbette ağrıma gider. Ama birkaç cümleyle de olsa O’nu anmak bana verdiği emeğin çok küçük bir karşılığıdır.
Teşekkürler patron, hayatıma dokunduğun için.
İlk kitabım “Yaşanan” 1983 yılında, Ankara’daki bir yayınevi tarafından yayınlandıktan birkaç ay sonra, yayınevine gelen ve İstanbul’da çıkan bir dergide (adını şimdi hatırlamıyorum), kitabımla ilgili övgü dolu bir yazı yer alıyordu. Bu yazı benimle ilgili yazılmış ilk yazıdır. Ben o tarihte yirmi yedi yaşındaydım. Yazıyı yazan kişi ise yirmi beş yaşındaki Enver Ercan’dı. Kendisini tanımıyordum. Daha sonra tanışıklığımız arkadaş ve editör-yazar ilişkisiyle uzun yıllar onun editörlük yaptığı Yeni Düşün, Varlık, Yasakmeyve dergilerinde sürecekti. Onun yönettiği dergilerde yazılar yazacak, şiirler yayınlayacaktım. Demek otuz dört yıl önce başlayan “şairlik zanaatı” sürecindeki arkadaşlığımız, bu fotoğrafa kadar kesintisiz sürecekti. 1980’li yıllarda, Gösteri dergisinde, Doğan Hızlan’la birlikte de çalıştığını hatırlıyorum. Çekirdekten yetişme, tamamen işin pratiğinden yetişme bir editör. Hatta bir arkadaşın ifadesiyle, onunki tam bir “başarı öyküsü” Orta öğrenim düzeyinde yarım kalmış bir eğitimle, işçilik yaparak sürdürülen bir yaşamla, ülkenin en düzeyli dergilerinde, yayınevlerinde editörlük, yayın yönetmenliği yapabilecek düzeyde olmak…Güçlü bir edebiyat sağduyusuna sahip. Telefonla bir konu görüşeceği zaman net, açık, kısa ve kesin konuşurdu. Elbette arka planında yoğun okumalar var. Bunu en azından şuradan biliyorum: Kartal’da oturduğu yıllarda, her yolculukta bir kitap bitirdiğini kendisi söylerdi. Son görüşmemizde, Yeldeğirmeni’ndeki evinde kedisi İrma’nın, en son dudaklarından öptüğü kız olduğunu söylemişti. Güle güle güzel kardeşim, şu son zamanlarda kaç kişiyi böyle uğurlamak zorunda kaldım/kaldık, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, hayat sürüp giderken ölüm büyük haksızlık. Güle güle Enverciğim.”
ŞEREF BİLSEL
Her şeyden önce bir şair değil, her şeyden önce bir insandı Enver Ercan. Bir kültür-sanat ortamımızın demokratik bir zemin kazanması için cesur davranmayı bilmiş, kentte var olanlarla kırdan gelenler arasındaki ‘imkân bakımından mesafeyi’ ortadan kaldırmak için azami çaba Enver Ercan’ın gerek şiirlerine, gerek konuşmalarına kulak verenlerin duyacağı şudur: şimdinin içinde yeniden biçimlenen, tazelenen bir geçmiş. Şimdiki zamana değip geleceğe aktarılan sözlü kültürün içinde demlenmiş bilgelik ve özgünlük. Bugün memleketteki şiir rekoltesinin nitelikli, dikkate değer kısmını dolaşıma sokan yasakmeyvedergisini ısrarla devam ettirmeye çalışması bile tek başına saygı duyulması gereken girişimdir. “Başka birinin sizin kadar iyi yapabileceği bir şeyi bırakın o yapsın, siz yapmayın.”derAndre Gide. Kanaatimce başkaları daha iyi yapamadığı için dergi yayıncılığı yükü Ercan’ın omuzlarına kalmıştı sarf etmiştir. Sürekli üreten, dinamik, yeniliklere açık biriydi. Şiir odaklı Türk Edebiyatının son 30 yılı -gerek yayımladığı dergiler gerekse okurla buluşturduğu kitaplar, yeni şair ve yazarlar dikkate alınmadan- Enver Ercan hesaba katılmadan yeterince anlaşılamaz kanısındayım.”
“Arkadaşlar, ben biraz çıkıyorum. Yaprak nerde? Yapraak, Yapraaak… Ben dolaşmaya çıkıyorum. Sen de gel. Dönerken Salı Pazarı’ndan meyve alırız.”
Şaşırdım; çünkü o zamanlar (hastalık henüz bedenini desteksiz yürüyemeyecek kadar yıpratmamışken) Enver Ercan mahallede kendi başına dolaşırdı. Salı Pazarı’na bizden biri, onsuz giderdi hep. Böyle bir şeyi ağzından ilk defa duyuyordum.
Meğer mevzu başkaymış. Son günlerde ne zaman boş kalsam üzgün üzgün oturuyormuşum dergide. Üzgündüm, doğru: Aşk acısı çekiyordum kendimce. Bunu dergidekilere yansıttığımı fark etmemişim. Enveriko hemen anlamış meseleyi tabii. Bakmış olacak gibi değil, benimle yalnız konuşmak istemiş. Öteberi alma bahanesiyle katmış beni önüne.
Hem derdimi dinledi hem tavsiye verdi hem de ilişkilere dair öğrenmesi yıllar ve yaralar alacak şeyler öğretti Enver Ercan o gün bana. Benzer anılarını paylaştı, biraz hüzünlenir gibi oldu, sonra hemen güldürdü hem beni hem de kendini…
Güldürmeyi severdi Enver Ercan. Üzülmeyi, üzmeyi, üzülenleri sevmezdi.
Bizleri üzgün gördüğünde dayanamaz, güldürüverirdi yüzümüzü. Fıkraların, şakaların, anıların yetmediği yerde –o gün bana yaptığı gibi– doğrudan temas ederdi ruhumuza. Yasakmeyve ailesinden bildiklerini her daim koruyup gözetirdi. Üzüldüğümüzü gördüğünde kızması da bundandı sanıyorum.
Ben büyük bir şair kaybetmedim. Ben dergiciliğin usta ismini kaybetmedim. Ben “patronumu” kaybetmedim. Ben hem dostumu hem yol gösterenimi kaybettim.
Yasakmeyve ailesinin, ailemizin babasını kaybettik biz.
Bunu aklım da kalbim de almıyor, alamıyor.