CÜMLE KAPISI
Murat Batmankaya
YAYIN DÜNYASININ ÇAMAŞIRLARI KİRLİ Mİ?
Müjdeli haber: Türkiye, yayıncılıkta dünya 12.’si! 2014 verilerine göre Meksika ve Brezilya’yla birlikte en hızlı büyüyen 3. ülke… Artık kişi başına 8 kitap düşüyor.
Oysa sağ ve sol muhafazakârlar, kültürel bağlamda huzursuzlar; şiddeti pompalayan, aşkı nesne(l)leştiren, statüyü yücelten ucuz, anti-sosyal romanları, yabancılaşmanın ve bilinçdışı direnişin dışavurumu olarak okuyorlar çünkü. Biraz açımlarsak: Reaksiyoner konumdaki sağ ile ortodoks sol, gençliği kendinden ve kapitalist/emperyalist sömürüden “kurtarma” derdinde… Buna mukabil, pragmatik sağ, gençliğin etinden, sütünden, yününden “yararlanma” çabasında…
Anglosakson dünyada “gençlik” ve “genç kalma” miti ehemmiyetini günden güne kaybederken, 90’lı yıllarla birlikte, hayli gecikmiş olarak, bu mit, kültürün metalaşmasında başat bir öğe olarak girdi hayatımıza. Vazifesi şuydu sanki: Geniş ve derin değişmelerde uzlaşı zemini hazırlamak!
Bilhassa Kıta Avrupası’nda “gençlik” artık popüler kültürden tedricen ayrılsa da, bizde geldi, öngörülen bir şekilde göbeğe/merkeze oturdu. Eline “pazar gücü”nün, sallandıkça pis kokular yayan bayrağını alarak hem de… Bundandır ki “kültür”, “siyaset” ve “haz” üçlüsü arasındaki iletişim, “saygınlık” ve “kâr” düzleminde cereyan eden, sorunsuz bir “araç” oldu. Zeki şakşakçılar, defolu çanak yalayıcılar ve toy fırıldaklar da, yeniden inşa edilen mahallenin devriyeleri…
Bedava kitap dağıtmak…
Doğrusunu söylemek gerekirse, pragmatik sağ, folk ve kitle kültürü dışında bir popüler kültür girdabı yaratarak, öncül bir deprem üretti: ayrıştırarak aynılaştırmak!
Bu, neredeye Pavlovvari bir şartlanmaya karşılık gelen durum, halk ile iktidar arasındaki tüm muhalif çıkışları, menfi gerilimi, anarşik duruşu bir uyuma/itaate dönüştürmede bulunmaz bir nimetti hiç kuşkusuz. Bunu başardılar da…
Fuarlarda, sürekli sarı basın kartı sahibi, gazetecilikten emekli, hiçbir teşkilat, dernek yahut tarikata üye olmamış Ahmed Hulusi isimli bir muhteremin kitapları, logo baskılı bez çantalar içinde, bilâbedel dağıtılırken, hemen bitişiğindeki yayınevinin, 9 gün için 12 bin lira ödediği standın kirasını çıkarma umuduyla 3 liradan, 5 liradan kitap “satma”ya çalışması hazin bir manzaradır bu sebeple. Ne ki bu manzaranın “alıcı”sı yoktur!
Eğer bedava dağıtılan “şey” bir tütün ürünü, mesela sigara yahut puro olsaydı, yasak “iş” kapsamına girerdi, cezai durum oluşurdu. Oysa kitap bu bağlam içinde değil; dağıt dağıtabildiğince…
Ahmet Hulusi hazretleri belli ki zengin… Bu sebeple bir Bursa Fuarı’na 3 kamyon kitap getirip, mini etekli kızlar tutup, çantalar ve gülücükler eşliğinde kitap dağıtırken, kendisini engelleyecek hiçbir yasa yok. Ve yaptığı, “reklam vermek yerine bedava ürün dağıtmak” kapsamında bir eylem değil! Hiç değil hem de…
Ticaret bu işin neresinde?
Yüzümüzü bir başka pencereye dayayalım ve düşünelim: Bir yayıncı, 144 sayfa, kuşe kâğıda (110 gr.), dört renk bir kitap bastırmaya kalksa, hatta bir adım ileri gitse, kitaba sert kapak (hardcover) taksa, bu kitabın perakende fiyatı yaklaşık ne kadar olur? Siz deyin 19, ben diyeyim 14… Peki, böylesi bir kitabı, bir yayıncı 5 liraya nasıl satabilir? Yalnızca cilt maliyetinin 1,5-2 lira olduğu ve yüzde 50 iskonto ile dağıtımcıya verdiği düşünülürse, ticaret bu işin neresinde?
Aslında şurasında: Eğer siz kâğıda herhangi bir bedel ödemez, matbaaya olan borcunuzu da kitabın baskısı bittiğinde ödeme lüksüne erişirseniz, bir anda rakiplerinizden ayrıcalıklı bir konuma yükselir, rahat ve hızlı üretir, tahsilatta da sıkıntı yaşamadığınız için sürekli tur bindirirsiniz.
Peki, niye belli yayınevleri kâğıda para ödememe yahut neredeyse maliyetine alma gibi ayrıcalıklı bir hakka sahipken, diğer yayınevleri sahip değil? Asıl sorulması gereken soru bu!
Hâlbuki yasalarımıza göre, herhangi bir “ürün”, ancak çok özel durumlarda, adil fiyat değerinin altında satışa sunulabilir. Zira amaç, haksız rekabeti engellemek… Müdahale gereken durumlarda da Rekabet Kurumu marifetiyle dengeyi sağlamak…
Kâr bu işin neresinde?
Başka bir açı: Mevduat kabul eden, bu mevduatı en verimli şekilde, çeşitli kredi işlemlerinde kullanma amacını güden ekonomik kuruluşlara ne denir? Elbette banka…
İyi de, böylesi “ulvi” bir amaca hizmet eden bankaların yayıncılık sektöründe işi ne?
Diyelim ki, vergi muafiyeti dahil, makul sebeplerle yayıncılığa “bulaştı”; irili ufaklı pek çok yayıncının ayakta kalmasını sağlayan 100 Temel Eser yahut klasiklere girmesi, bunları 3-4 liradan satışa sunmasına ne demeli?
Dahası: Normal dağıtım ağları dışında, yayınlarını, kendilerinin kurduğu satış noktalarında okurla buluşturması, haksız rekabet değil de, nedir?
En acısı şu galiba: Hangi yayınevi, bir eseri, 1 milyon adet basıp, ücretsiz dağıtır? Yahut dağıtır mı? O vakit, niçin kuruluş amacıyla çelişen bir şekilde yayıncılık sektöründe rol çalmakta bankalar? Hani almadan vermek yalnız yaratıcıya mahsustu?
ÇGYD, TEV, Nesin Vakfı vs. kurumlar/kuruluşlar dahi, amaçlarına uygun olmasına rağmen, böylesi bir işe giriş(e)mezken, asıl amacı “kâr” olan bir banka, hangi kılıf altında bunu, niye yapar? Ve niye kimsenin gıkı çıkmaz?
Hadi şımarıklık ederek şunları da deşelim: Sermaye diye bir meselesi olmayan bankaların, zaten küçük yayıncıların da basabileceği kitapları basarak, onları boğduğunu niye fark etmiyoruz? Bu hegemonyanın giderek sektörü tektipleştirdiğini, çoksesliliği çürüttüğünü, sıradan okuru tahakküm altına aldığını niye görmüyoruz? Mesela Nâzım yaşasaydı, ister miydi, eserlerinin bir banka tarafından basılmasını?
Eskiden de kitap basarlardı bankalar; ama daha çok, küçük yayıncının bas(a)mayacağı, belli bir kültürel/sanatsal değeri olan, üretimi maliyetli kitaplardı bunlar. Üstelik yılda 10 adeti geçmezdi çeşit olarak. Hatta bazıları sıradan kitabın dolaşım yollarını bile kullanmazdı.
Şimdi öyle mi? Biri Harry Potter basıyor, diğeri Sait Faik… Edebiyatımızın demirbaşları, mesela Yaşar Kemal, mesela Nâzım Hikmet, mesele Sabahattin Ali, mesela Orhan Veli, ve niceleri, aynı çatı altında. Tuhaf değil mi?
Sırtını kutsala dayayan fikir…
Kabul etmek gerekir ki, Marksizm, “duvarın çöküşünden bu yana” popüler kültürün eleştirel dayanaklarını tutarlı bir şekilde sağladı (Cunningham, 1992). Kültüre dair hayli teori üretti ve bunu belirginleştirdi (Bennett, 1986). Yine de bazı kapılar açık kaldı. Ve oradan, popüler kültürün çelişkili ve yıkıcı karanlığı içeri sızdı. Pragmatik sağ da bunu, iktisadi ve ideolojik boyutlarını ihmal etmeden pratiğe soktu.
Neden mi?
Nüfusun neredeyse yarısı genç nüfus da ondan… Genç dimağların ayarlarıyla oynamak kolay da ondan… Sırtını kutsala dayamış bir fikrin, en çok bu kuşakta kabul edilmesi olası da ondan…
Bir ihtimal, iktidar, James Curran’ın “kitle iletişimi araştırmasında yeniden revizyonizm” dediği şeyi, şimdiki gençlik üzerinde temize çekmek istedi. Artık daha az kutuplaşmış bireyler birbirini itip kakmakta zira… Ayrıştırarak aynılaştırmanın kabuk değiştirmiş hali sanki… Ne entelektüel esneklik ne de eleştirel yoğunluk; ille de belli dogmalar ve bağışlanmış aş yahut para yahut kariyer…
Yayın sektöründe, kurmaca yahut değil, gençlik kitaplarının akılalmaz bir hızla çoğalmasını ve aynı hızla kabulünü belki bu şekilde açıklamak fazlasıyla kolaya kaçmak olur; lakin çok da uzağına düşmüş sayılmayız, epeydir çiğnediğimiz sakızın: Pragmatik sağ, popüler kültürdeki benzerlik-farklılık diyalektiğini üretken bir tarzda analiz edip beklentilerin aksine, kesintisizce uygulamakta.
Bundandır ki, çöplükten, henüz çöpleşmemiş “şey”leri arayanları görme bahtiyarlığı dışında, kayda değer bir manzara çıkmamakta. Elbette benim açımdan…