OTEL KIRILIR, BELLEK ÇÖKER
‘‘Şiir tanımlanamaz, sadece yaşanır’’
(Christopher Logue)
‘‘Bir gün gittikçe ufalıyordum
Düş müydü, gerçek miydi, iyi bilemem
Oturmuş bir küvete kuruyup kayboluyordum.’’
(Edip Censever)
Denemek Ve Türk Tiyatrosu Çıkmazı
- Direklerarası Seyirci Ödülleri’’ (2018) kapsamında, ‘‘Tek Kişilik Prodüksiyon’’ dalında ödül alan ‘‘Otel- Kırık Bellek’’, Gizem Tataroğlu’nun yönettiği ve Ömer Polat’ın oynadığı bir oyun olarak karşımıza çıktı. Daha önce ‘‘Medea Belleği’’ adlı prodüksiyonda oyunculuk vasfıyla izlediğim Tataroğlu’nu, çok-yönlülük anlamında bu kez yönetmen kimliğiyle değerlendirme fırsatım oldu. Kendisinin de içinde yer aldığı ‘‘Vol 5’’ tiyatro ekibinin fiziksel tiyatro ekseninde denediği yeni çalışmalar Türk Tiyatrosu’nda kalıpları kırmak adına ihtiyaç duyulan nefesi bir nebze de olsa sağlıyor. Nitekim, soyutlama yeteneğinin gelişmediği, ironinin ya da eleştirinin derinleşmediği bireysiz ve akımsız bir ülkenin tiyatrosu, hatta sanatı da kendi sınırları içinde debelenirken ve sürekli Shakespeare, Moliere, Brecht gibi isimlere mutlaka can simidiyle tutunurken, kuyruğunu yiyen ‘‘ouroboros’’ misali bazı uyanış hallerinde ‘‘alternatif tiyatroların’’ !!! varlığı ortama renk kazandırıyor. Ülkemizdeki tiyatro anlayışı, kendi yazarlarını da çerçeve sahnenin dramatik kalıplarının dışına pek cüretle çıkaramazken, Türk kültürünün diplerinden de (mitoloji, tarih, bilindışı, kimlik vd.) nitelikle beslenemiyor.
Oysa, Edip Cansever’in ‘‘Bir Otel Kâtibi’’ şiirini tiyatroya çevirmek (Ben Ruhi Bey’lerin ve Orhan Veli’lerin bilindik sürekliliklerinden sonra), tiyatroyla şiiri birleştirmek açısından ilginç bir deneme halini alarak; tıpkı, ‘‘Anayurt Oteli’’nin Zebercet’ine benzer şekilde, taşranın kasvetini üstünde taşıyor. Oyun, Cansever gibi orta sınıf/burjuva bir aydının elinden çıkan otel kâtibi modeliyle, bu kez de şehrin merkez noktalarına sızıyor.
Seyirciye Sıçrayan İç Hesap
Bu oyunu ilk izlediğimde, disiplinlerarası çeşitlilik bağlamında, hemen bir edebiyat festivalinde yer almasını arzu ettim. Nitekim, geçen sene benim de konuk sanatçı olarak projenin Selçuk ayağına katıldığım ‘‘2. İzmir Uluslararası Edebiyat Festivali’’nin Aliağa ayağına ‘‘Otel- Kırık Bellek’’ oyunuyla ‘‘Vol 5’’ tiyatro ekibini davet ettirdim. Oyunun başka edebiyat, hatta özelde şiir festivallerine davet edilmesi arzumu da hâlâ saklı tutuyorum. Nitekim, artık festivallerde de tür çeşitliliğine gidilmesini (deneysel çalışmalar, okuma tiyatrosu, şiir-tiyatro işbirliği, performatif sunumlar, projeksiyon kullanımı, konserler, sergiler vd.) rica ediyorum. Müsamere tarzında gerçekleşen, statik masa konuşmalarının ucu artık bir yere varmıyor. 21. yüzyılın estetik duyumsamalarıyla ve teknolojik imkânlarıyla, farklılıkların çatallandığı hareketlere ivedilikle geçilmesi gerekiyor.
‘‘Otel- Kırık Bellek’’ kendi içine gömülmüş, betonlar arasında çocukluğunun sesini duyan, kırmızı-lastik bir top aracılığıyla o çocuklulukla yüzleşen bir otel kâtibinin ekseninde, ekonomik replik kullanımlarıyla (dizeler) ortalama bir saatlik bir anlatım gerçekleştiriyor. Kendi mezar taşını da sırtında taşıyan sıradan bir kâtibin kasveti, odalarımızdaki, telefonlarımızın mesaj kutularındaki, yataklarımızdaki, dokunuşlarımızdaki ve vicdanlarımızın ortasındaki (açıklayamadığımız) o karanlık yalnızlığı gözler önüne seriyor. Sanki, toplu mezarları andıran beyaz taşlar (nedense, bana Srebrenitsa’daki mezar taşlarını, tahta mezar başlıklarını ve yeşil tabutları anımsattı) sahnede birden, bir işçinin sırtındaki emek taşına dönüşüveriyor. Kâtip elleri aracılığıyla betona dokunurken, görüntüler klasik bir televizyon ekranından yüzümüze çarpıyor. Bu da, dokunmayı, dokunmayla beraber anımsamayı (belleğe dönüş) bize hatırlatıyor. Oyuncu Ömer Polat’ın elleri ürkekçe taşların üstünde dolanırken, bu hisler/hissettirmeler yine bize dijital bir ekrandan filtre edilerek yansıyor. Taşa ellerimizle değil, dijital ortam aracılığıyla gözlerimiz vasıtasıyla dokunmamız, görsel çağın şimdisi içinde, birçok açıdan zaman kırılması yaşatıyor.
Oyun, ‘‘Ölüler dirilirdi. Çıkamazdım ki otelden/ Ben otelden hiç çıkamazdım ki’’ dizelerinin sürekliliği ekseninde, dışsal anlamda otelde sıkışan bir adamın iç odasını da açmak uğruna ilginç bilinçdışı göndermelere kapı aralıyor. Eski, renksiz ve kimsesiz olduğunu hisseden karakter, günlerden pazartesiyi iyi bilirken, gün kavramı nedir onu tam bilmiyor. Bu hızlı akış, pazartesi sendromu yaşayan insanların/çalışanların günleri nasıl aynıymış gibi algıladıklarını, rollerini nasıl abartmak zorunda kaldıklarını da, sıradan bir otel kâtibi üstünden anlatıyor. Gurur/heybet/öfke maskelerini kuşanmış günümüz insanları, kendi basitliklerine ve içgüdülerine döndüklerinde, belleklerine doğru gri bir yolculuğa çıkıyorlar.
‘‘Otel’’ sözcüğünün etimolojisine indiğimizde, Latince’de ‘‘yolcular ve kimsesizler için barınak mekânı’’ anlamına da geldiğini eklersek, bugün İzmir Basmane’deki ucuz otellerden tutun, İstanbul’daki beş yıldızlı otellere kadar her benzeri yerin çağımız insanlarını anonim bir edimliğe sürüklediğini belirtebiliriz. Butik yapılanmalarla da çoğalan bu yerlerin, hem gelenleri steril hale getirip yalnızlaştırdığı, hem de onları türlü haller içine çekerek değişkenleştirdiği maddesel bir akıştan söz edebiliriz. Bugün bu akış, herkesin dışarıdan normal göründüğü, lakin içten, kurdun sarıldığı bir ceviz ağacı gibi çürüdüğü, yankısızlığa hitap etmektedir. Otel sakindir, ama mekanik-betondur. Otel tektiptir ve roller zincirinin sınırlandıRILdığı noktadır. Orada, bir kâtibin, bir temizlikçinin, bir emekçinin, bir iş adamının ya da eskortluk yapan bir kadının yeri ne olacaktır? Aynı dışsallık duyumsaması… Hız… Dokunmadan değip geçmek… İçe doğru ak ak bedel ödemek… Bir anlamda da, tersine özgürleşmek… ‘‘Otel- Kırık Bellek’’ mevcut maneviyatı bizi ıssız koridorlara sokarak, terk edilmiş bahçelerde gezdirerek, mezarlıklara götürerek yaparken, metrukluğun sadece yapıya değil, insana da sıçradığını işaret ediyor. Otel gibi bir dışsallık (mekân), yalnızlık/sıkıntı gibi içselliklerle (belleğin dönemeçleri) birlikte fiziksel tiyatronun harekete dayalı unsurlarını, bir Cansever eserinin kesikli dizeleriyle harmanlıyor. Dizelerden başka hiçbir şeyin artık ‘‘anlatılamayanı bire bir anlatamayacağını’’ !!! belirterek şiir dilli tiyatroyla izleyicileri selamlıyor.
Ben de başka bir eserimde bu yalnızlığın ve anonimliğin aşılamayacağını, o aradalık-halinin yalnızca şiire dönüştürülerek, duygulara bire bir aktarılabileceğini şu dizelerimle anlatmıştım:
dış sesi şehrin iç sesi hep göl
ifşa mekâna yalnızlık cilası
cesetlerimiz: nekrofil sever
cesetlerimiz: çöp korkusu
Müzik, Dekor, Alt Metin
Şiirin tiyatroyla -hatta, fiziksel tiyatroyla- buluşması ve psikolojinin yoğunlaşması anlamında, oyun, dizelerin hüzünlü atmosferleriyle hareketlerin keskinliklerini paralel hale getiriyor. Sam Alty’nın yaptığı müzikler de atonal düzlemde izleyiciyi giderek tedirgin ediyor. Kâtibin pantolonunu sürekli düzeltmesi, fermuarını çekmesi, gömleğine düşen terin izi, kendi ellerinin üstüne vurması, bazen de o elleri özgürce yana açarak hareket etmesi şiirsel atmosferin korunmasını sağlarken, çelişkileri de uçan kuşlarla, martılarla ve yeşil, tatlı bir bahar’la (oyunda söylenen şarkı) -nihavende çalarak- yüzümüze üflüyor. Kâtibin bir şeylerle yüzleştiğine, artık yaşayamadığına, ölüme gitmek istediğine, belki de öldüğüne (soyutlama anlamında, fiziksel tiyatronun felsefi pencerelerini düşünürsek) inanıyorsunuz. ‘‘Anayurt Oteli’nde ‘‘düşlerde bile çıkılmıyor dışarı’’ denildiği üzere, Zebercet’le Ömer Polat’ın canlandırdığı kâtibin kesişmesini de buraya eklersek… İnsan, bedenini yırtık bir otel perdesine benzetiyor. Orada, ruh beyaz çarşaflarda kirle boğuluyor.
Polat’ın tok sesi ve profesyonel oyunculuğuyla taçlanan ‘‘Otel- Kırık Bellek’’, ‘‘video-art’’ çalışmalarından dekorlara, müziklerden ışık tasarımına kadar sıkı bir ekip çalışmasının emeğini bizlere sezdiriyor. Üzerine iyice düşülmüş olan bu oyun, çıtayı yükseltmek amacıyla da, seyirciyi düşünmeye zorluyor. Bahsi edilen zorlama, (tıpkı, Cansever şiirlerindeki katmanlı anlatımda rastladığımız gibi), İzmir’e deneysel anlamda kan gelmesi adına da önemli bir çalışma şeklinde önümüzde duruyor. Sürahi, top, terlik gibi gündelik nesneleri (şiir aracılığıyla) ve kâtip gibi orta/orta-alt sınıf insanları sahneye taşıyan ‘‘Vol 5’’ tiyatro ekibi, bahsi geçen çalışmayla üslubunu da net çizgilerle ortaya koyuyor.
Geleceğin kendi kurallarıyla geleceği noktada, insanın yalıtılmışlığının kasveti, tıpkı ıssız ve sürekli kullanılan otel odası ya da kat kat çıkılan apartman gözleri gibi artarken, ‘‘Otel- Kırık Bellek’’ tiyatro alımlayıcısından kodların çözülmesi, yüzleşme sağlanması ve soyutlama yapması anlamında entelektüel bir karşı-destek istiyor. Oyun, seyircilerle-tiyatrocular arasında bir ilişki kurarak, çevredekilere fazla alışık olmadıkları, tek kişilik bir gösterim sunuyor. Bu durumda, klasik kalıplarla zihinleri biçimlenen seyirciler daha da bilinmez bir uzama çekilerek, olaylara dahil kılınıyorlar. Böylelikle, Grotowski’nin de imlediği üzere, kabul edilmiş görme, algılama ve yargı stereotiplerini ortadan kaldıran tiyatro, kendisine ve karşısındakilere de meydan okumuş oluyor.