Sibel Oral’ın editörlüğünde hazırlanan bir konusuydu: #metoo
İçeriğinde neler neler yok ki. Toplumsal bir yara olan bu konuya “yayıncılık sektörü” açısından değinilmesinde, yazılıp çizilmesinde neden bu kadar gecikildi? Dahası var çünkü.
Dosyanın içeriğinde yer alan başlıklara şu linkten ulaşıp, okumak mümkün.
Hazır mevzuya parmak basılmışken, benim de yıllardır biriktirdiğim söyleyeceklerimi söyleyivereyim. Biraz da güç ve cesaret aldığım için, bu güzelliği kendime yapmalıyım artık. Neden susuyoruz?
Başına gelebilecek olaylar sadece, sıradan bir sokakta yaşanmıyor. Kendilerini “entelektüel” kesimin içinde tutan, sanat dünyasının her alanında da yaşanıyor. Çoğu sofralarda çerezlik hikâyeler olarak anlatılırken, bir kısmı masa altlarında, kapalı odalarda gizli tutuluyor. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da bu tür olaylar yaşanıyor. Junot Diaz’in edebiyat atölyesine gelen öğrencisini zorla öpmeye kalkışması gibi…
Çok eskiye gitmeyeceğiz. 1950’lı yılların öykücülüğüne baktığımızda, erkek egemenliğine karşı bir duruş sergileyen öyküler yoğunluktaydı. Edebiyat camiasında eril sorunlar ortaya çıktıkça, öykülere, romanlara sıçradı. Birer ifşa metinleriydi kanımca. Kahraman isimlerinin değiştirildiği, kimi yerlerdekurguyla yoğrulmuş gerçeklerin sayfa sayfa “ben de” diye anlatımıydı. Bir şekilde konu başlıklarına değinilip geçiştirildi. Üzerinde pek durulmadı. Kadın savunulcuğu üzerinden tartışıldı, hak verildi, sonra dönüp dolaşıp başa dönüldü. Yıllar geçtikçe, edebiyatta erkek egemenlik artmaya başladı. Cinsiyet ayrımcılığın yanında cinsel sömürü de aldı başını gitti. Ağızlarında gevelenen “kadınları destekliyoruz” lafları her an patlamaya hazır balonlar gibi. Boş işler. İki yüzlülük. Medyaya iyi bir “erkek” olduğunu yansıtırken, kapının ardında tacizlerine ve istismarlarına devam ediyorlar. Hayranlıkla okuduğumuz romanların, öykülerin, şiirlerin sahipleri birer tecavüzcü, birer tacizci, birer iki yüzlü ve ahlaksız olduğunu bilmiyoruz. “Toplumu ancak kadınlar kurtaracak” diyen bir yazar, ofisinde cinsel saldırıda bulunabiliyor. Eminim, sessizlik bozulduğu an, ortaya öyle hayret verici manzaralar çıkacak ki, edebiyatın ve yayıncılık sektörünün o kadar da masum olmadığı anlaşılacak.
Yaşamın her alanında olduğu gibi yayıncılık sektöründe ve edebiyattta da cinsiyetçilik had safhada. Kimse sesini çıkarmadığı müddetçe, kimse hikâyesini anlatıp sessizliğini bozmadığı sürece, bu döngü kırılmaz. Önü alınamaz nice olaylar yaşanılacak, görmediğimiz/göremediğimiz yerlerde. Bunun üzerine daha sık çalışmalar yapılmalı, daha çok yaygınlık kazandırarak birçok kadına, birçok insana ulaşılabilmeli. Artık adım attığım bu yazı ile birlikte, durmayacağımı, susmayacağımı, anlatacağım hikâyem olduğunu ve bir ifşa metni yayımlayacağımı da söylemek isterim.
Nazlı Karabıyıkoğlu’nun yazısından şu paragrafı ekleyeceğim. Uzun uzun anlatmak istediğim “yazar olabilme” sürecini çok iyi anlatmış.
“Yayıncılık evreninde kadim bir gereklilik varmış gibidir: İyi ilişkiler kurmak. Yazmaya başlayan kişi yaşı kaç olursa olsun, genç ya da yaşlı, henüz acemiyken iyi ilişkiler kurmak için yanıp tutuşabilir. Her bir iyi ilişki beraberinde bir başka ilişki ağını getirecek, yürünmeye başlanan yol böylece daha az engebeli olacakmış gibi gelir. “Ben onu da tanıyorum” demek bir meziyet hâline gelir çünkü erk sahibi olanlar onlarla kurulan ilişkilerin ayrıcalıklarla dolu bir dünyaya vesile olacağına dair titreşimler yaymışlardır. Kendilerini bir dağın zirvesinde gören bu kişilere erişmek için acemi yazarlar/editörler/emekçiler uzun ve zorlu bir tırmanışa geçtiklerinde, her bir duraklama yerinde bir başka ilişki daha kurarak o erk sahibine daha hızlı ve kolay ulaşmayı hedefler. Erk sahibinin sosyal statüsüne göre yayınevinden kitap çıkarma, serbest zamanlı iş, dergide yer alma sıklığı vb. gibi fırsatlar acemi yazarın önüne serilmeye başlayacaktır. Yani acemi yazar böyle düşünür çünkü bunu böyle gözlemlemiş çünkü ona işleyiş bu şekilde aktarılmıştır. İlişki=iş eşitliğinde büyük bir yayınevinin karar merci olan bir editörüyle ahbaplığı sağlayan yazar/şair kişinin çoğu problemi hallolmuştur (o ilişkiyi sürdürebildiği sürece tabii); iyi bir çıkış ve edebiyat çevresinde sıkça görülme gibi avantajlar birbirini izler. İşte o erk sahibi kişi her kimse ve hangi statüde bulunuyorsa, sergilediği cinsiyetçi davranışlar, uyguladığı cinsel zulüm, pozisyonunu kendi yararına kullanması, ışıksız bir odanın içinde birikir.”
Edebiyata merak salmış, yazar olmak isteyen bunun için yazdıklarını gösterebilmek için oradan oraya koşan genç/yaşlı kimselerin sıklıkla maruz kaldığı bir durumun özetidir kısaca Nazlı Karabıyıkoğlu’nun dile getirdiği. Sadece yeni başlayanlar için değil, yıllarca bu sektörün içinde yer alan kadınların da başına gelmekte. Yaşanılan olayları tek bir topluluğa atfetmek sağlıksız görüşler ortaya koymaktan başka bir şey değil. Yeni ya da uzun yıllar var olması hiçbirinin önemi kalmıyor. Bulunduğu durumundan yararlanarak bunu fırsat haline getiren, erkek egemenliğine dur diyebilmek. İsterse dünyaca tanınmış ünlü bir yazar olsun. Onu iyi bir edebiyatçı kılmıyor. Yazdıklarıyla, kalemiyle bağdaşmayan tutarsızlığı ve iki yüzlülüğü ile daha da edebiyat tarihi içinde utanç verici haline geliyor.
Artık sırlar ışıksız odalarda gizlenmemeli. #metoo hareketine katılarak dayanışmayı güçlendirmek mümkün. Artık susmayacağım! Artık susmayacağız!