Bir renk, bir koku, bir fotoğraf, bir nesne… Gösterge bombardımanı altında, devamlı kırılan/dönüşen ânların içindeyiz. Hâl böyle olunca da bir günün içinde bir hayatı yaşıyoruz. Seviyoruz, öfkeleniyoruz, zarar veriyoruz, ödeşiyoruz… En önemlisi, bitmeyen bir savrulmanın içindeyiz.
Yaşamın içinde bu kadar savrulurken ve başkalarının da savruluşlarını izlerken neden okuduğumuz metnin düzenli bir akışı olsun isteyelim ki?
Deniz Poyraz’ın “Mahalle”si de (Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler, İletişim Yayınları) sözünü ettiğim savrulmaların öyküsü.
Öyküye başlamadan evvel Necatigil’in “Şimdi aynı uzaklık, aynı utanç/ Düşündükçe o sokağı, o evleri.” dizeleriyle karşılaşıyoruz. Aslında ilk anahtarı yazar kendi elleriyle okura teslim ediyor: Belli ki bu öykü iyi gitmeyecek, kişi yaşadığı yerden uzaklaşmak zorunda kalacak ve yıllar sonra bakıldığında, irkilinecek.[1]
Öykü, sıradan bir gün batışıyla başlıyor: Dükkânlar kapanıyor, sokak hayvanları inzivaya çekiliyor. İlk önemli aksiyona ise bu sahnede rastlıyoruz. Çardakta gülüşen gençleri ezan sesi bastırıyor ve kahverengi paltolu bir adam onları dinledikten sonra gözden kayboluyor.
Gelişigüzel “zannettiğimiz” bu genel görüş gittikçe daralıyor ve öyküde anlatılan iki olayın yaşanacağı dut ağaçlı sokağa giriyoruz. Burada okurun dikkatini çeken ve yazıyı takip etme yeteneğini ölçen bir “iç içelik” var: İki farklı evde yaşanan iki şiddetli tartışma aynı anda anlatılıyor.
Oldukça eski ve müstakil olan birinci eve girdiğimizde küfür eden bir erkek (Kemalettin), bir kadın (yazar ismini vermiyor) ve bir çocuk görüyoruz. Çocuk daha önceki kavgalara da şahit olmuş gibi odasına hızlıca gidip kapısını “iki” kere kilitliyor.
İkinci ev ise birinci evin hizasında bir apartman dairesi. Dinginliğin hâkim olduğu burada televizyonun başında bir adam (Sinan), ona meyve tabağı getiren bir kadın (Polen) var. Polen’in tabağı masaya bir “yük” gibi bırakması ilişkinin bireyleri sürüklediği bir tükenmişlik noktasını işaret ediyor. Sinan’ın Polen’i umursamadan kanalları değiştirmesi Polen’de bir sinir harbi yaratıyor ve şiddetli bir kavganın başlayacağını anlıyoruz.
O esnada birinci evde adı geçmeyen kadının dudağındaki kan izi ve Kemalettin’e söyledikleri oldukça önemli. Bir olay üzerinden yaşanan hesaplaşma, bize Türkiye’nin yakın tarihinde daha çok rastladığımız kadına/çocuğa karşı uygulanan sözlü/fiziksel/cinsel şiddeti bir kez daha hatırlatıyor. Kemalettin bir uyuşturucu bağımlısı. Kemalettin’in evde ve sarhoş olduğunu bir anda eşi, Ercan (satıcı) tarafından taciz edilse de ona müdahale etmiyor. Bu durumda kadının yaşadığı çaresizlik, aslında alıştırıldığımız bir tablo gibi gözler önünde: Şiddet, ardından gelen korunma isteği ve ne yazık ki bu talebe karşılık bulamama.
İkinci evde de durum pek iç açıcı değil. Polen’in hesaplaşması ise Sinan’ın ona karşı olan ilgisizliğinden kaynaklanıyor. İlk evde yaşanan fiziksel şiddet şimdilik bu evde karşımıza çıkmasa da dikkati çeken başka bir nokta var: Aylardır hazırlandığı sunumla ilgili hayat arkadaşının hiçbir şey sormaması Polen’i zedeliyor ve Polen üzerinden Türkiye’deki kadının diğer portresini görüyoruz. Sinan, Polen’in yaşadığı hayatı, mesleğini, kariyeriyle ilgili heyecanlarını hakarete varan kelimelerle küçümsüyor. Bu psikolojik şiddetin kökleri eskiye dayanmış olmalı ki Polen, heyecanla başladığı ilişkisine duyarsızlaşarak başka bir aşkın peşine düşüyor.
İki evde yaşanan iki farklı kavgayı ayrı ayrı paragraflarda okusak da şiddetin arttığı noktada metinler iç içe giriyor, belleğin habis sayfaları açılıyor, bitmeyen hesaplaşmalar yerini siren seslerine ve cama çıkmış komşulara bırakıyor.
***
Sokakta yürürken herhangi bir pencereden duyduğumuz bağrışma aslında bize çok şey işaret eder. Mahremdir, olur öyle aile arasında, karı kocanın arasına girilmezlerle umursamadığımız, görmezden geldiğimiz şiddetin her türlüsü günden güne artıyor. Deniz Poyraz da o oranları işliyor aslında; bildiğimizi anlatıyor, rahatsız ediyor, huzur kaçırıyor, sustuklarımızı söylüyor; ancak tek bir farkla: O, gerçek bir öykücü.